Kısa gecenin kısa öyküsü

....
kadın daha başlamadı...
...
erkek daha...
aşk illa...
...
kadın sustu
erkek dahayken,
dahaydı erkek!
sınırdaydı
sınırlar anlamsızdı
bıraksa kendisini ıslanacaktı
kaç kelime ıslanır yağmurda, ayaz en çok neyi üşütür
ve en çok üşüyen kelimeler neden hep ahe'yi kanırtır
ahe içdedir
derindir
sussa soluğu buz tutar,
konuşsa nefesi yüzümü buğular,
parmaklarını gezdirirken bilmeden ahe'yi yazar
tutulur bedeni düşleri kanar, ne zaman bir sevişmek kursa
sevişmek didişmeye dönüşür içinde..
ıslaklıktan uzaktır saatler ve bir ihanettir içinde büyüyen
oysaki her ihanet biraz çocuktur
ve korkunun siyahında filizlenir, karanlıktır çiçeği
karanlığın bir yerinde yazılı olsun çarmıha gerileceğin
Bir kere çıktın karşıma.
1 çarpı sonsuz, ama hiçbirinde çarpışmadık, çarpına çarpına yürek
ki ağlıyordu izleyenler, en hüzünlü sahneydi
ağlıyordum...

Keşke Bencil Olabilseydim

Kanadında bıçaklar taşıyan kuşlar, hayatın sınırlarını ihlal ederek şah damarıma yakın saltolar yapıyor…
Ölüm bütün soğukluğu ve rahatlığı ile kurulmuş karşıma, yaşama coşkumu ve ona yüklediğim anlamı taciz ediyor.
Korkunç göründüğünü sanıyor, oysa hiç ürkütücü değil…
Birazcık ama sadece birazcık bencil olabilseydim keşke…
Keşke soğumuş ve sararmış bedenimi bulanlar ne hissederler diye düşünemeyecek kadar bencil olabilseydim.
Yokluğumla derde gark olacak üç beş kişiyi düşünmeyecek kadar cesur olabilseydim!
Gidişimin sana yük olduğunu söylüyorsun…
Aldığım soluğun ciğerlerimi lime lime kestiğini, sanki hava değilde jilet soluduğumu görmüyorsun..
Azar azar öldüğümü görmüyorsun ve görmüyorsun sensiz bir dünyaya katlanamadığım için yalnızlığın ve şiirin ağız kokusunu çektiğimi...
Gidenim… Giderken düşlerimi ateşe verenim…
Bencil olduğumu söylüyorsun, ölümümün omuzlarına yük olacağını bilmesem şu zavallı yüreğimin durması için neler yapabileceğimi bir bilsen oysa…
Bir bilsen, “artık oynamak istemiyorum, sahne sizin olsun ben vazgeçtim” diyen yüreğimi nasıl darbeci generaller gibi susturduğumu…
Kendini daha iyi hissetmen için beni suçlaman gerekiyor biliyorum, belki de bu yüzden sen suçlarken ben susuyorum…
Sözcüklerin kesici bir metalin soğukluğu ile yaramı deşiyor, sineye çekiyorum.
Öyle ki bir düştüm ya da hiç olmadık bir zamanda fark ettiğin irete edici bir yalan…
Hızla ördün korunaklarını…
Ne sözcüklerle ne de dokunarak aşılamayacak bir duvar.
Bir duvar ki kimsenin yaslanamayacağı…
Bir duvarki ne ağustosun sıcağında ne de deli bir poyrazda senden başka kimseye hayrı dokunmayacak…
Gidenim… Giderken güneşimi de yanında götürenim…
Kimseye haset etmedim, sevmediğim insanların ölümünde dahi sevinmedim ve onları en sevimli hali ile hatırlayacak kadar incelikli olmayı becerebildim…
İsterim ki ismim kızgınlıkla ve öfkeyle değil, beni en çok sevdiğin halimle can bulsun içinde.
Ölmeyeceğim, bir süre daha, herkes gibi vaktimi bekleyeceğim…
Bu vazgeçtiğim oyunda, âşıkları verem, şairleri kanser eden incelikler, benim için eteklerinde ne saklıyor ve ne zaman dökecek önüme bilmiyorum…
Ama beni bekleyen hiçbir şeyden korkmuyorum, çünkü bana yokluğundan daha büyük bir zül yok.

Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…

Yerle yeksan olmuş, verilmiş bütün sözler…
Gökle denizin birleştiği o yerde, sızımsın göğsümün sol yanında!
Şehir uyurken ve sen el verirken uykuya, uyumadım!
Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…
Kılın kırk yarıldığı bir gecenin sabahında yanıyor gözlerim,
Gözlerimi kapatıyorum! Yüzün, umarsız ve bütün kaygılardan uzak!
kimsenin bilmediği bir husumet benimkisi, kendimle harp halindeyim!
İçimde her yer kan revan
Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…
Anladım ki kırmızı ilhak etmiş içimde her yeri…

Yoksun, sensiz gecem sabaha ermiyor.

Karanlıktı, kar yağmıyordu ama soğuktu, sırtına sarılmıştım ve öykümü parmak uçlarımla işlemiştim sırtına.
Kısaydı. İki kelime altı hece ve onüç harften oluşan bir hikaye.
Kısa ama sıcacık ve bir ömür sıkılmadan tekrar tekrar okuyabileceğim bir hikaye.
Sonra bende ki karşılığını anlattım sana, anlamlandıramadığın ve ben böylesini bilmiyorum dediğin o sevmek tarifini yaptım.
Uyudun, güzelliğini seyrettim, ağladım.


Uçurumlarla bilenmiş bıçaklarla terbiye ettim ömrümü ve hiçbir şey korkutmuyordu beni.
Fazla yaşadım sevgilim.
Sordum sorguladım soruşturuldum…
Sevinçlerimde oldu acılarımda ve ben ikisini de öz çocuğum kadar sevdim.
Seni yüreğime kattığım o güne kadar ölecek olsaydım huzurla verebilirdim son nefesimi, çünkü eksik bıraktığım bir şey yoktu bu yaşamak denilen oyunda…
Uçurumlarla bilenmiş bıçaklarla terbiye ettim ömrümü ama ölmeyeyim istiyorum şimdilerde…
Sevgilim sana doymayı bilmiyorum ve bu açlık besliyor yaşama sevincimi.
….

Karanlık. Kar yağıyor, soğuktan yandığını hissediyorum ayaklarımın.
Yanımda olsaydın üşümezdim, ama yoksun ve ben sürgünler büyütüyorum yatağımda…
Birlikteyken akıp giden zaman yokluğunda ızdıraba dönüşüyor.
Güzelliğinle onurlandırdığın ve tanrının cennet bahçelerini kıskandıran bu oda, yokluğunda devletin alfabesinde olmayan bir hapishaneye benziyor.
Bir bozlak dolanıyor dilime hapishanelere güneş doğmuyor..
Yoksun, sensiz gecem sabaha ermiyor.

Vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Kanın akmıştı kaldırıma.

Daha dün gibi, elimizi uzatsak yüreklerimizi yangın yerine çeviren o acıya dokunacağız sanki. Kimimiz haber ajanslarından öğrendik sonsuzluğa kanat vurduğunu, kimimiz, bir dostun titreyen sesinden, Hrant’ı vurmuşlar...
Daha dün gibi, vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Kanın akmıştı kaldırıma.
Katlinden sorumlu olanlar kendilerine has bir pişkinlikle taziye üstüne taziye bildiriyorlardı. Sanki ölümünden sorumlu olan “iyi çocuklar”ın ağabeyleri onlar değilmiş gibi…
Bebeklerden, katiller yaratan karanlığa kalemi ile kan taşıyanlar, mahkeme koridorlarında bir kez bile yanında olmayanlar ne kadar üzgün olduklarını söylüyorlardı. Yazdığın yazıları o güne kadar ihanet belgesi olarak ifşa edenler, o gün aynı yazıları ne kadar sağduyulu bir kanaat önderi olduğunu ispat etmek için kullanıyorlardı...

En çokta kendini ürkek bir güvercine benzettiğin o yazı…
“İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?”
“Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.”
Kardeşimiz, dilini bilmediğimiz, dilinde kardeşim diyemediğimiz!
Hrant!
Serçenin eti için öldürüldüğü bu dünyada, güvercinlere seninle aynı anlamı yükleyenler, eşi benzeri görülmemiş bir kalabalıkla uğurladılar seni sonsuzluğa…
Vicdanlarımız sel olup aktı…
Farklı ulus ve milliyetlerden yüz binlerce insan, yüksek sesle Ermeni olduğunu söyledi o gün… Ötekileştirilen, yok sayılan ulusların ve azınlıkların dilleriyle uğurlandın sonsuzluğa.
Bir yıl oldu sen sonsuzluğa kanat vuralı.
Ama daha dün gibi… Bütün Gazete ve televizyonlarda aynı kare, Vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Üzerini gazetelerle örtmüşlerdi.

O fotoğraf acımızı sıcak tutacak bir ömür, bir ömür aynı şiddetle duyacağız o acıyı ve aynı utançla sarsılacak tarih.
Bir yıl oldu sen sonsuzluğa kanat vuralı.
Seni, sana yaraşır bir merasimle sonsuzluğa uğurlayanlar, aramızdan ayrılışının yıldönümünde de aynı duygularla bir araya geldiler.
Oradaydık…

Düştüğün o yerde…
Yine on binlerceydik…
Karanlığın göğsüne saplanan on binlerce ışık huzmesiydik…
Oradaydık…
Bir yıl önce cansız bedenin yattığı, kanın aktığı o kaldırımda, Agos’un hemen önünde!
Binlerce yürek sana geldik…
Ermenice geldik sana, Kürtçe geldik…
İnkâr edilenlerin yüreğinde ki yalnızlığın acısıyla geldik…
İnkâr edenlerin inkârcılığını, bir utanç olarak görenlerin dayanışma duygularıyla geldik.
On binlerceydik… Adalet için, Senin için oradaydık!
Bir yıl oldu seni sonsuzluğa uğurlayalı hiç eksilmedi özlemin, ama seni en çok özleyen sevgilindi kuşkusuz…

İçimiz parçalandı her sözcüğünde, özleminin altında ezildi yüreklerimiz…
Bir yılın bütün özlemi döküldü Rakel’in dudaklarından.
" Diyorlar ki '301'den kim hapse girmiş' ben de diyorum ki keşke çutagımı yaşatsalardı da hapiste olsaydı, çünkü yaşatsalardı bugün gerçekten 301'den hapisteki üçüncü ayı olacaktı"
"Daha kimler bıçaklandı, kaçırıldı ve daha kaç ölüm… sayısı yok. Elbette acılı yüreklerin de sayısı yok. Ama kimler cesaret bulacak da onun dediği gibi terörün gücü ve gücün terörüne karşı gelecek. Kimler karşı gelecekler"
"Ne demişti eşim hayattayken 'Önce gelin şu lirik yalnızlığımızı paylaşalım başta! Beni gömmeye değil yaşatmaya gelişinizin ilk töreni olacak bu. Bırakın ağlaşmayı… Yoklayın yüreklerinizi… Aranızdan ayrıldığını sandığınız yürek çırpıntılarımı orada duymuyor musunuz?' Bir yıl sonra onu yaşamak için yine buradayız. Burada, yani onun kanını suyla sabunla temizlemeye çalıştıkları kaldırımdayız. Bu kaldırım bu şekilde temizlenebilir mi, unutturulabilir mi, üstü örtülebilir mi kardeşlerim? Bu ancak ve ancak vicdanların oynamasıyla, kanları dökenlerin pişmanlık ve ikrar ve af dilemeleriyle mümkün olabilir. Yoksa Kelamdaki Habil'in kanının susmadığı gibi, dökülen hiçbir kan ve bu kaldırıma dökülen kan susmayacaktır. O kan bir yıldır hiç susmadı kardeşlerim. Çünkü kanın sesi ancak adaletle susar. İşte bugün sizler de adalet için buradasınız. Sessizliğinizde adalet çığlığı duyuluyor."

“Geçen bir yıl içinde adalet adına ne gördük? Katilimizin eline ülkenin bayrağını verip poster çektirenlere ülkemin adaleti ne yaptı? Sadece görüntüleri basına verenlere dava açtı. Stadyumlarda hepimiz Ogün'üz diye bağıranlara, katlinden sonra onu hain ilan eden devlet görevlilerine ne yaptı ülkemin adaleti? Telefonda "tek farklılık kaçmayacaktı ama bu kaçtı" diyen ve kimin öldüreceğini bilen emniyetçilere ne yaptı ülkemin adaleti? Daha katil yakalanmadan silahın markasına kadar bilen jandarmalara ne yaptı ülkemin adaleti? Cinayet planları yapılan ocaklara ne yaptı ülkemin adaleti? Eşime haddini bildirmeye çalışan vali yardımcısı ve sözde yakınlarına ne yaptı ülkemin adaleti?"
Kanının döküldüğü kaldırıma gözyaşlarımız karışırken adalet istiyordu Rakel ve hepimiz adına soruyordu bütün sorularını…
Oradaydık… Vurulduğun, kanın aktığı o kaldırımın üzerinde, Agos’un önünde… Binlerce karanfil vardı, düştüğün o yerde. Binlerce karanfil adalet için kokuyordu. Kardeşlik için barış için! Düştüğün gün orada olanlar bugün yine yanındaydılar…
Ve Ahmed Arif sanki bu an için yazmıştı, o çokça içlenerek okuduğumuz dizelerini. ” Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara.”
Oral Çalışlar seni anlattı, sensizliğe alışmanın mümkün olmadığını söyledi ve senin kurulu düzeni yerinden oynatabilecek, haksızlığa başkaldıran, eşitlik isteyen, hafızaları tazeleyen bir ses olduğunu anımsattı. Anadolu'nun seslerini yeniden tazelemek istediğini söyledi. O kadar doğruydu ki senin için söyledikleri "Suskun bir toplumun konuşan çocuğuydun sen, Ermenilerin Süryanilerin yeniden fark edilmesini sağlayan."
Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Süryani, Laz, Çerkez herkesin temsilcisiydin. bize çok sesli, çok kültürlü bir ülke ideali, farklılıklarıyla zenginlikleriyle bir Türkiye ütopyası bıraktığını anlattı ve sensiz hep bir eksik olacağımızı söyledi…
Hrant Kardeşimiz!
Sensiz bir eksiğiz ve yokluğunun üzerini örtecek hiç bir şey yok, özlemin hep içimizde. Yol arkadaşlarının kaleme aldığı mektubun altına seni seven herkes yürekleriyle imza atıyor.

“Biz bu yıldönümünü her gün yaptık... Kapımızı
kapayıp odamıza çekildiğimizde yüz yüze baktık.
Ne hissettiğini, düşündüğünü, istediğini anlamaya
çalıştık. Kendimizle baş başa iken gerçekte seninle
birlikte olduk.

Gidişinin yıldönümünü deniyor ama seni gitmiş gibi
düşünemedik ki hiç...

Kendimizi canlı, seni cansız sayamadık. Seni
canlı tutabilmek için kendimizi cansızlaştırmak
bile istedik.

Meğerse seni canlı tutmakmış canlı kalmanın
sırrı...

Duvar panosunda basit bir ses olmak bile yetti,
nasıl olsa gözün bizi arar bulur diye. Bir taraftan
da içimiz kıpırdadı, acaba gördü mü, duydu mu,
beğendi mi diye...

‘Beğenme bizde sevgisiz olmaz” demiştin
buradaki halinle. Biz de zaten sevgiyi özlediğimiz
için beğenmeni istedik.

Sen üzerimizde kalıcı bir gölge olurken, aslında
bir gölgeler panosunda sıramızı doldurmakta
olduğumuzu, asıl gerçek olanın sen olduğunu da
fark ettik.

Ve bu bize iyi geldi...

O nedenle belki gidişinin yıldönümünü de tam
olarak kavrayamıyoruz.

Galiba giden bizdik ve artık yanına dönmek
istiyoruz.”
Söz olsun kardeşimiz!
Söz olsun susan bir toplumun çığlığı olan güvercinimiz!
Özlemini eksiltmeden ama özleminin güncesine yılgınlığı düşürmeden, acını içimizde sıcak tutarak ama acıya teslim olmadan, senin için, adalet için kardeşlik ve barış için katillerinin peşini bırakmayacağız!

hiçbir yalnızlık benimki kadar fiyakalı olamaz

Kanımın karıştığı gece de sonun başlangıcının ilk adımıdır

Gitmek dedin, “bir süre her şeyden ve herkesten gitmek istiyorum,
Yanıldığım ve yenildiğim benliğim bir kez daha kazansın!”
Hep yalnız olduğunu ve yalnız yaşadığını sanan sen, gitmek istiyordun ve benliğin bu kez senin yanında beni de mağlup ediyordu…
Sicim gibiydi boynuma taktığın ayrılık kemendi ve boynum kıldan inceydi!
Hüzzam bir şarkı çalıyor, ermeni bir udi kendi dilinde ayrılık tarifleri yapıyor!
Anlamasam da biliyorum sevgilinin gidişini anlatıyor!
Selam ediyor, selam soruyor, yol seyrediyor…
İntiharlar kuruyor, intiharlar bozuyor!
Anlamasam da biliyorum O’nun da yüreği kan ağlıyor!
Bir düşe inanacak kadar ahmak bir masala kanacak kadar çocuğum
Gidiyorsun, bordo bir yalnızlıkla gri, bir intihar vals ediyor düşlerimin avuçlarında!
Gidiyorsun çirkin bir ustura kesiyor masalların boğazını!
Gidiyorsun sözcüklerimi çalıyor birileri!
“kendimi kaybettim hükümsüzdür” ilanlarımı! hiçbir gazete yayınlamaz,
Ve hiçbir yalnızlık benimki kadar fiyakalı olamaz
çünkü hiç kimsenin gidişi seninki kadar siyah değildir!

yoktunuz hiçbiriniz!

Ben kendime ağırım…
Ağırım sözle yazının birbirine karıştığı saatlere…
Varlığım bir yer tutmuyor ki sizde yokluğum canınızı acıtsın!
Bu saatten sonra varlığımı Türk varlığına da armağan edecek değilim!
Bundan bir bok olmaz! diye etiketlediklerinizdenim…
Etiketleyip etiketleyip tükettiklerinizden!
Başka var oluşlar lazım belli ki size...
İçime işlerken incelikli bir ezgi hüznüm zayıflıktı size göre…
Şarkılarda ararken kendimi, siz yalan dünyanızı koydunuz önüme, kendini burada ara diye!
Oysa anlatacağım o kadar çok şey vardı ki…
Kaç kere sordum kendime ve size, “Ömrüm yeter mi anlatmaya! “
Ben ne kadar özenli olsam da sözcüklerimi seçerken siz hep acımasızdınız!
Hep kendimden verdim ve yine verebilirim…
İhtiyacımdan fazlasını hırsızlık olarak gördüğüm hayatımda kendimi bildiklerimle var ettim…
Sığınacak bir saçak altından bile yoksunum şu koca dünya da…
Islak geçecek ömrüm…
Bir ömür yıkanmasam da tertemiz ölebilirim…
Siz tarif edin kendinizi makro sözcüklerinizle, sözcükleriniz ağır da gelse ayakta durabilirim!
Biliyorum! Eşyanın dünyasında hacmimden fazla yer kaplıyorum!
Kanımın aktığı saatlerde yoktunuz hiçbiriniz…
Öldürürken ne kadar acımasız olduğunuzu anlatıp, ne kadar güzel ölebileceğinizi söylediniz!
Ölüp ölüp diriliyordum ben…
ve ben yavaş yavaş ölürken yoktunuz hiçbiriniz!

sözcüklerin bittiği yerde ten konuşur

herkese hak ettiğinden hak ettiği kadar veriyorum...
senin payına uykumdan çaldığım saatler düşüyor...
oturuyorum yazıya, senli düşlerle sığınıyorum bir kez daha sözcüklerin büyüsüne...
Aşkı sevdiğimi söylüyorlar, inkar etmiyorum bunu...
az çok bilirsin beni, en büyük korkumdur anlaşılamamak...
korktuğum başıma geliyor bir kez daha...
aşkı sevdiğimi söylüyorlar...
ama aşkı sevmek her önüne gelene aşık olmak değildir bunu anlamıyorlar...
bir sevişmek güzelleyeceğim sana, kalbimin vurduğu, dilimin döndüğünce...
önce ruhuna dokunacağım, sonra tenine...
ellerimin değdiği yerlere düşlerimi ekeceğim, küçük yangınlar çıkaracağım teninde..
sokaktan askeri araçlar geçecek belki, belki bir kaç köpek havlayacak, aldırmayacağız!
o kadar ki dışında olacağız dünyanın...
dünya senden ve benden ibaret olacak o an sadece...
kendini tekrar etmeyecek hiç bir şey...
gözünde ki ışıltı, bedenini saran sarsıntı...
duyduğum sıcaklığın ve burnumun direğini sızlatan o kadın kokun...
bütün dokunuşlar sonun telaşını taşıyacak...
ve hep ilk dokunuşların tedirginliğinde duracağız...
teninle karşılayacaksın beni , tenimle alacaksın, sıcaklığın başımı döndürecek...
ve hiç bir doyum anımız benzemeyecek bir ötekine...
elbette vardır benimde ruhumda bir ömür taşıyacağım bir kaç yara ...
ve sen lokman hekimin sev dediğisin sevgilim
yaralarımı teninde pansuman edeceğim...
bu kadar güzelim işte...
bir başkasının çirkinliği üzerinden kendime vermedim paye...
kızdığım zamanlar oluyor elbette... kızgınlığımı içime gömüyorum...
telkin ediyorum kendimi, "sonrasında sevişmeyeceksen kavga etmeyeceksin" diye!
yüzünü görmek istedim...
şimdi..
şu saatte...
yüzünü görmek istedim...
hiç konuşmadan...
öylece...
ölçüsünü bulmak zordur bazen sözcüklerin...
hiçbir sözcük yetmez içindeki duyguyu tarif etmeye...
susmak zorunda hissedersin kendini...
işte o andır...
sözcüklerin bittiği yerde ten konuşur....
bu gece tükettim bütün sözcüklerimi...
yüzünü görmek istedim...
şu saatte...
hiç konuşmadan...
öylece...
sana sevgilim demek istiyorum sessizce...
sevgilim!
sözcüklerinin bittiği yerde
dudaklarından döküleni değil, yüreğini dinle!
05/01/08
03:59

her dilde kan rengindedir ayrılık!

gitmek ve gelmek üzerine kurulu olan hayatlarda, gelmeyi bilen gitmesini de bilir kuşkusuz!
gelirken ne kadar incelikli ve içtense, giderken de o kadar incelikli olmak zorundadır...
incitmemelidir!
gitmelidir ve zaten kapıları tutulmamıştır şehrin!
gittiğin yerlerde tam olarak bilmesen de ne olduğunu, bildiğin şeylerde vardır oralara dair...
her adımında baharın o canlı renkleri geride kalır...
bütün renklerin en mat hali seni bekler orada...
gitmek ölgündür, ölmektir!
gitmek öldürmektir biraz!
orada her şey yavaş yavaş yitirir sıcaklığını...
bedeni yeni soğuyan bir maktul gibidir bütün anılar...
dokunuşlar anlam yitirir orada...
ses unutulur…
yazarken kağıt kullanmayı tercih etmediğin yazılar kalır geriye...
ve o yazıları yazdığın yürek başka bir zamanda, başka bir aşka vurmaya başladığında -ne yazık ki onlara- o yazdığın yazılar da yitirecektir anlamını!
seni seviyorum sözcüğünü ilk duyduğunda yaşadığın o sıcaklığı sonrasında gelen seni seviyorum soğutur biraz...
ne kadar değişmesin istesen de, önüne geçemezsin bunun!
ilk ve son kez söylenmişse seni seviyorum her şeyi unutan bellek ne yazık ki silemez bunu bir ömür...
yüzünde ki kederi illüzyonlu aynalar bile saklayamaz!
kimse kaygılanmasın istersin senin için, sorulardan uzak durmak istersin
en çokta neyin var sorusu acıtır canını!
en çok ta bu yüzden yalancı bir yüze ihtiyaç duyarsın...
aldatmak istersin bütün sevdiklerini…
herkesten saklarsın yaranı…
kimse bilmese de sen bilirsin, bildiğin ve bilmediğin bütün dillerde aynı söylenir ayrılık...
çünkü ayrılık sözcüklerden beslenmez...
o büyüttüğün düşlerin damarlarını keser…
ve bu yüzden her dilde kan rengindedir ayrılık!

Gidişini anlatıyor bütün senfoniler!

Biraz eksiğim, ne desem kendime kâr etmiyor!
İstanbul’a kar yağıyor!
Kapanmıyor içimdeki boşluk karla!
Bedellendiğin her şey, aldığım hava, içtiğim su, baktığım nesne bana gidişini soruyor!
Bana gidişini soruyor masamda ki kırmızı!
Oturduğum sandalye…
Merakla yüzüme bakan gözler…
Susuyorum!
Susmazsam eğer çığlığım kanatır her şeyi!
Susmazsam ağzımdan çıkan her şey küfür!
Sevginle biçimlendiriyorum kendimi!
Biçim verdiğim kendim, içimde bir başka beni boğazlıyor…
Kazananı olmayan bir ömrün sahibiyim…
Yenilmek ve yenilenmek bitmeyen bir döngü!
İstanbul’a kar yağıyor caddeler kapanıyor, kapanıyor her şey
Bir tek senin boşluğun kapanmıyor!
Bir zor kapı yüreğimde, ismi unutmak!
Ve sen unutmak isteyeceksin!
Başını yasladığın omuzu kıskanacağım,
Sokaklarını adımlayacaksın şehrimin, keşke yüreğimi çiğneseydin diyeceğim!
Ben sana günümü ben sana gecemi düşlerimle ördüğüm ömrümü, sen bana yokluğunu sen bana kederi ve içimde büyüyen kocaman gözlerini veriyorsun!
Gidiyorsun! şimdi bütün senfoniler gidişini anlatıyor!
Her yerde sen varsın! Her şeyin ucu sana dokunuyor…
Herkes beni güçlü sanıyor oysa bir ben biliyorum gücümün ne kadar olduğunu!
Bir ben biliyorum senli ve sensiz halleri, yendiğim ve yenildiğim her şeyi!
Gözlerinin surlarımda açtığı gediği saklı tutmak için gösterdiğim gayreti!
İstanbul’a kar yağıyor!
Gidişini anlatıyor bütün senfoniler!
Şimdi herkes senin isminle başlıyor söze, gidişini soruyor İstanbul!
Sorana da...
Adına da …
Adını koyana da…
O adla anana da…
Anımsatana da…
…diyorum
…diyorum
…diyorum
İstanbul’a kar yağıyor !
Kardan bir adamım ben harcının kederle karıldığı
Gidiyorsun! Ve ben eriyorum!

Kadir bilir kardeşime

Doğum kuru bir gövdede filizlenen yeşil bir filizdir...
Doğum karanlığın göğsüne saplanan ışık huzmesidir...
Acının sevince dönmesidir, doğum...
zoru başarmanın ardından yüzündeki ferah gülümsemedir...
beş kız çocuğu doğuran annen sen dünyaya merhaba dediğinde ne kadar mutlu olmuştur tahmin etmek hiç zor değil...
zor değil babanın "nihayet bir oğlum oldu" diye akrabalarını haberdar ettiği anı düşünmek...
canım kardeşim benim...
civan yoldaşım, cihan parçam...
dün gibi aklımda seni ilk tanıdığım gün...
kapıyı çaldım senden çok daha bir genç kardeşimiz açmıştı kapıyı, o gün tesadüfi oradaydı...
on beş bilemedin yirmi dakika sonra bütün bir yaşamımı yeni baştan değiştirecek sen gelmiştin...
yeniydim bursa'da... kendine çok güvenen bir adamdım... kendimden emin sözcüklerle yapabileceklerimin sınırını çizdim, büyük bir tevazu ve ilgiyle dinledin beni...
sözü ağzıma tıkacak yeterliliğe sahiptin ama tercih etmedin bunu...
sonrasında daha sık görüşmeye karar verdik ve beraberce indik heykelden altıparmak'a.
görüşmek üzere diyerek vedalaştık ve sonrasında gerçekten de görüştük....
yapacaklarımın sınırları ile küçük dünyamın statükolarıyla çalmıştım kapını...
ve sen yapacaklarımın sınırının bundan ibaret olmadığını olmaması gerektiğini kendi yaşamınla gösterdin bana...
incelikle dağıttın statükolarımı!
sonra aynı eve yerleştik...
birlikte yaşamak zordu bizim için...
düşündükçe hala gerildiğim o tertip duygun aslında senin iç disiplinin dışarı yansayan fotoğrafı...
yaşamında herşey yerli yerinde... yaşamında bütün dengeler ve değerler oturmuş durumda...
bir ömür boyunca imreneceğim bu özelliğine! (ama hayatımın bu hali ile mutlu olduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim :)) )
zor günler kapıya dayandığında biz hayatı aynı yerden tarif ettik seninle!
zor günler geldiğinde aynı göğe bakıyorduk hala ve yıldızlar bizden medet umuyordu...
sanki biz nefesimizi eksiltsek, sanki biz tebessümümüzü yitirsek, sanki biz vazgeçsek herşeyden dökülecek gibiydi bütün yıldızlar...
devrimcilik ustanın tarifi ile ölü yıldızlara hayatı taşımaktı ve biz seninle erişilmez yıldızlara katıp umudu ölü yıldızlara hayatı taşıyorduk...
ne güzel söylemiş vedat türkali...
devrimci bir ömür devrimci olarak kalmayı becerebiliyorsa devrimcidir! ölürken devrimci değilsen aslında sen hiç devrimci olmamışsındır!
sanırım biz ölürkende aynı hûma ile öleceğiz...
güzelleyelim diye yeryüzünü kendimizden vereceğiz ve verecek bişeylerimizin kalmadığını hissettiğimizde yanıbaşmda olan sen yanıbaşında olan ben yeniyi üretmek için teşvik edeceğiz birbirimizi!
cuma!
bir istanbul ağrısı vardı omuzlarımda!
melanet hırkası bu memleket, kendi ellerimle giydiğimiz!
şimdi soğumaya bir adım daha yakın istanbul... şimdi sen buradan daha rezil bir şehrin kapısını çalıyorsun!
25 yaşını yeni aldığın bu günlerde bir gitmek ağrısı bırakıyorsun yüreğime... ve ne yazık bana ki sana gitme diyemiyorum...
gitmek ne kadar gerekli bunu anlayabilecek olgunluğa sahip olmak acıtıyor canımı!
"ne bileyim belki erzincana filan bahar gelmiştir " ve sen erzincan yaşınla ankaranın kapısını çalıyorsun... adı kara olan o şehirdeki günlerin yüreğin ve aklın kadar aydınlık olsun isterim!
adı kadar karanlık olan o kenti düşlerinle aydınlığa kavuştur isterim!
cuma!
çenem düştü mü bilirsin beni!
çoktur anlatacağım ama dağınık olur bütün sözcüklerim...!
hep yakınırsın ya bundan ama bu kez hoş gör isterim dağınıklığını sözcüklerimin...
seninle bir düşe ortak olmak ve omuzumda omzunun sıcaklığını duymak ne büyük bir onurdur benim için bilsen!
anlatmayı becerebilmeyi çok isterdim bunu!
dar günümde elimden tutanım
beni karanlıklardan aydınlıklara çıkaranım!
içtenim, içtenliğiyle aydınlık yarınlarımızı kendisiyle güzelleyenim!
hep ol hayatımda...
hep ol hayatımda ve ömrün bütün bir yaşamı bir güne sığdıran kelebeklerin telaşı ile geçsin ve su gibi uzun olsun...
soluğun eksik olmasın diye bu yaşlı dünyamızdan bîçare ömrümden geçebilirim!
seni çok seviyorum güzel kardeşim!
Doğum günün kutlu olsun!

sürüden ayrılan idealist kuzusun sen!

Nasıl anlatabilirim ki şimdi beklemeyi...
Sözcüklerin en güzelini sitemlerin en inceliklisini kullanmış bütün şairler...
Umut etmek, düş kurmak, susmak, susamak, kanmak ya da kanmayı isteyip de kanamamak...
Beklemeye dair ne varsa yani...
Ne kadar can acıttığını bunca yazılanın üzerine bu fukara kelime dağarcığımla ben nasıl tarif edeyim!
Kılı kırk yarar özlemin keskin bıçağı, sıcacık bir merhaba’ya katacağın anlamları bile düşünürsün...
Zeval gelmesin diye hiçbir sözcüğüne kırk düşünür bir konuşursun ve O’ nu beklerken seçersin sözcüklerini!
Koynunda kış güneşi, saçlarında şehrin kokusu çıka gelir.
Yeryüzünün en büyük ihaneti ile karşı karşıya kalırsın...
Sözcüklerindir seni aldatan, o çok güvendiğin sözcüklerin terk eder seni..
Evet sözcüklerin birden bire terk etmiştir seni ve sözcüklerin bile terk ediyorsa seni sahipsizsindir artık.
Önemsersin kendini doğru sözcüklerle ifade edebilmeyi ama kimseye anlatamazsın derdini, anlatsan da anlamayacaklarını bilirsin...
Heyhat!
Bu kadarcıksın işte...
O iri cüssenin altında kırılgan ve saydam bir ruhun var, ne kadar saklamaya çalışsan da herkesin görebildiği...
Sen acıya meyillisin ve bu hayatta, acı, en çok sana dokunmayı seviyor...
Kederden bir cigara sar şimdi, içini özlemekle doldur...
Acınla yak o nu, yüreğinde soğut!
ve ayıplanmaktan korkmadan tek başına iç mahşerden kalabalık o yerde...
Sen acemi bir çocuksun...
Sevişmek senden başka herkesin bildiği bir büyük oyun...
aşk ile ıslah edip içindeki hayvanı sevmek ile harman et yüreğini, ve orgazmın kaosundan uzak dur!
Özle ama özlediğini senden başkası bilmesin!
Sev ama sevdiğini senden başkası bilmesin!
Oyunun kuralları böyle! Ne kadar ilgisizsen o kadar değerlisin!
Uzaklardan geldin bildiğin ne varsa oralarda kaldı, bilmediklerinden utanma çocuk!
sen utandıkça kapanmaz bir yaraya bedelleniyor onun kocaman gözleri! metafizik bir ağrıyla ruhun kanıyor
sürüden ayrılan idealist kuzusun sen!
kurt dolansada ardında iştahla, cesaretini aşkla kutsa!
ve aldırma!
Çünkü heyben boş ve kaybedecek hiç bir şeyin yok düşlerinden başka...

failim devlet değil aşk oluyor!

şarap düşürdüğünde gözlerini
hüzne koşar yüreğin...
yüzünün gülmediği saatlerde ben yeniğim sevgilim...
sımsıkı sarıl bana
soluğum durana kadar yanımda dur
geçtim bütün bilidik imgelerden
öykündüğüm kimse yok artık...
kendimim işte, bildiğin ya da bilmediğin
ben!
sana sözcükler arıyorum
sana günler sana geceler
bahçelerde güller
pencere önünde menekşe...
gitmek istediğin günler...
biçareyim kadın...
soluğumda kuşlar ölüyor...
yüzünün gülmediği saatlerde bu şehri siyaha boyuyorlar...
sokaklarında vuruyorlar beni,
failim devlet değil aşk oluyor!
anlattığım anlatacağım o kadar çok ki
ömrüm yetmiyor...

tanımadığım tenin sebistanım oluyor

akasya'ma
alnında ki bene
bende ki bedene kuşlar konuyor
sarı sana yakışıyor sevgilim
ne söylesem eksik kalıyor
bir sevmek tarif ettim
kimse anlamıyor
aşk ile sancıyor döşüm
sol yanımda sergerdan bir telaşe
bütün sokaklar yine sana çıkıyor
uzağın rengindeyim, sen beni yakın kıl
sesimde bul kendini, dalında bir gül kanıyor
esriğinim sevgilim,
bir-sen varsın içimde dağlardan daha görkemli
seni sana söylediğimde kanım çekiliyor
ince sazlarla söylenen bir türkü bu vakitte sevişmek
tanımadığım tenin sebistanım oluyor

güle sordum seni

incelikli bir sitemle o' na
güle sordum seni.. koynumda uyuttum dedi...
gözlerini gözlerimde buldum sonra...
susadığım saatlerde şaraptın sen...
derdinle seslendin ama derdini söylemedin...
geceye şarkılar yazmışlar, geceye şiirler...
geçmiş kederin gözlerinden içmiş ağusundan sevinin...
şehveti sarıp ince belinden öpmüş çatlamış dudaklarından...
kuru bir mevsim artık özlemek
kasıklarında su damlaları, sevgilim sen seviş benimle ...
güle sordum seni,
dudağının kıyısında ince bir keder
beni koynunda uyuttu dedi...

gözün gözüme değince gecem şiirlenir

sözün suskuya yenildiği zamandır...
gözün gözüme değer,
hiçbir sözcük yetmez tarife
yürek bir deli yangındır
yangının avuçlarında volta vurur gözlerin...
mahçup bir telaşe dolanır eteklerine
yeni yürüyen bir bebek kadar tedirgindir adımların
içindeki bütün sokaklar aynı bulvarda kesişir...
gözlerini görmezsem mağlup bir şehir gibiyimdir
gözün gözüme değince gecem şiirlenir..

iyi gelmiyor bana artık hiçbirşey!

bir doğum lekesiyim yalnızlığın koltukaltlarında...
yeniden kendimi anlattığım saatlerde
ben bile sıkıldım kendimden...
bir kez daha tanrısal olmalı, kendimden bir başka kendim yaratmalıyım...
yedi kez su verilmişim, işlenmişim acının sularında...
aşka inanmayan, onun o güzell hallerine kanmayan bir ben yaratmalıyım...
öyle ki kimse lazım değil bana...
herkese acıdığım bu hayatta, hayat acıtmasın bir kez daha canımı...
dokunmak sizin olsun, sizin olsun seyretmek...
üremek bir hayvani dürtü, içimdeki hayvanı vuracağım başından...
istemiyorum hazzı, sevişmek sizin olsun...
sizin olsun sözcükleriniz, iyi gelmiyor bana artık hiçbirşey...
kokuşmuş bir duygudur intihar, ben kendime yabancıyım...
biraz bordo istiyorum bu akşam biraz gri sözcükler...
sen kendine sürgünsün ben kendime küs...

Oysa Ben Hep Aşka Yazıyormuşum

O ki itibarı özünde saklı olandır,
İtibarı iki paralık şimdi…
Seni ağızlara sakız edenler utansın,
Sen yine eğilme yüreğim…
Göçüğün altında kalsa da bahar
Güvercinleri sula avuçlarınla…
Kimsenin göremediği papatyalar büyüt…

O ki çaldığı kapıyı kendi getirdi yanında
Sen altında ezilirken gözlerinin
Yüzünde umursamaz bir ifade
Acını övünç etti kendine,
Hazzı üleşti kasığında
Teninde dudaklarının ağusu
Damıttı yalnızlığını gecene…

O ki bir yabancı şimdi,
Başka rüzgârların önünde
Garanti aşklar peşinde belki
Belki dediğin gibi kendine âşık
Sen yenilirken kendine her gece
O Zagoroslar’da bir gerilla
Orada hep gerilla kazanır…

Mağlubum ama yorulmadım kendime yenilmekten
Ben ona yazdım sanıyordum şiirlerimi
Oysa hep aşka yazıyormuşum!

Şiirin Nazı

istanbul gibi değil
sakarya'nın akşamları
hüzün kokmuyor havaları,
hasret sarmıyor yüreği....
yürek kaleme,
kalem kağıda dökmüyor kendini...
kimbilir şiir küstü belki
belki de biraz naza çekiyor kendini...

Yaralı Şiir

yaradır...
ne zaman gökyüzüne baksam
aksaray üzerinde bir yalnızlık beni çağırır...!

MArtılı Şiir

martılara şiir atıyorum
yanımda ki diyor ki
kirletme denizi...

Mesafeli Şiir

senin kedilerin var
benden daha sırnaşık
benim yalnızlığım var
senden daha mesafeli

gelebilirim

sana yazıyorum...
sarhoşum, özensizim...
bu nedenle dağınık bütün cümlelerim...
şirazem yoktur, biraz dengesizim bu yüzden ..
bugün sevindirdiğimi yarın üzebilirim...
gergefte gerili duruyor düşlerim...
senin renginle işleyebilirim...
kaç semt var aramızda kaç bina
seslensen şimdi gelebilirim...

bir şiire kanar gibi bekledim

"İnciyi inci yapan erdem, onun yıllar boyu sedef zindanlarda bekleyişinde saklıdır"
bekledim, yine beklerim...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
bekledim tufandan korkan ve Nuh peygambere inanan hayvanlar gibi...
en çok akşamın geceye, gecenin güneşe öldüğü saatlerde bekledim...
biraz Karadeniz senin gözlerin...
kıyılarına oturan bir gemiyim,
göğsümde kocaman bir yara, yaramı herkesten saklayıp bekledim...
ekmek yedim, su içtim, seviştim, ama bekledim..
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
yokluğun beni döverken abandone bir boksördüm, ah etmeden bekledim...
güzel değildi sessizliğin, ses vermesen de sesime bekledim...
bekledim, kırılan bir keman kadar dertliydim...
bekledim, tenin kokusunu bilmeden, soluğunu bölüşmeden...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
Beyrut’ta iç savaştım çok kanadım, kanatıldım....
taşla karnı doymasa da, ülkesini taşla savunan küçük bir generaldim Filistin’de...
ve Kürt’tüm Türkiye' de yok sayanlara inat kendi dilimde söyledim türkülerimi...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
bekledim uzaktan gülümseyen bir dost gibi
bir düşe inanır ,bir şiire kanar gibi bekledim
mağlup sayıldı devrim, vazgeçmedim beklemekten...
sevgilim seni bir devrimi bekler gibi bekledim...

Senin duvarların var sevgilim

Babamdan ve tanrıdan daha iyi davranmalıydın bana…
daha anlayışlı olmalıydın devletten ve bütün otoritelerden
sormanın ve cevabı aramanın suç olduğu bu yüzyılda
sınırlar koymamalıydın sözcüklerime,
aramıza ördüğün bir duvar senin sessizliğin,
ne zaman bir duvar yıkılsa o duvarın altında kalır benim düşlerim…
önce babam kendini inkar eder,
sonra evimizden kesilir sevdiğim ayaklar…
beklemek bir tünektir çocukluğumda,
beklediklerim “…yıkmaya teşebbüsten” hükümlü…
ne zaman bir duvar yıkılsa,
babam kahveye çıkmaz oluyor
bir adanın beyaz sakallarına küfrediyorlar uluorta,
küfrediyorlar emeğe, barışa ve aşka…
babamın gücü bir tek bize yetiyor…
ben bu yüzden unutmadım berlini… unutamadım…
senin duvarların var sevgilim,
çocukluğumun altında kaldığı berlin’de ki o duvara benziyor
şimdilerde ne zaman seni düşünsem,
duvarlara yaslanmaktan aşınmış omuzlarım ağrıyor…

Gökyüzünü Şiirleyelim

diferansiyelime
O ki derdest edilmişti kederin kendini astığı saatlerde
Zaman toplu bir suikast tabancası ve aşksız her şey yavan
Ah ozan! Sen bilirsin aşkın en güzel hallerini
Ne desem şimdi mağlubuz ve onlar hep bir sıfır önde...
ağzımızda nikotinin çirkin tadı, şimdi hangi kadın öper bizi...
oysa sarı dişlerimizin arkasında güldendi sözcüklerimiz…
bir kez daha dağların eteklerine kurmuşlar tüfekleri,
biz barışı söyleyemiyoruz diye,
büyümüyor çiçekler çeliğin soğuğunda
kar'a çıplak ayakla yakalanan çocuklar kadar mahcubum
ve yalnızım ormandan sökülmüş bir ağaç kadar...
bunaldım çocuk, sol yanımda incelikli bir keder...
ölmesin istiyorum kimse, ölmesin kimseler
susmaktan yoruldum, yoruldum “bu sefer bitirdik” yalanlarından…
ölümü ve ölüyü sevenlerin kavminden değilim…
barış için şuracıkta ölebilirim…
ah ozan! sen yazabilirsin en güzel kardeşlik şiirlerini
öğrenmeye aç bir cahilim, bana da öğret bildiklerini
başka şairlere öykünmeden gökyüzünü şiirleyelim...

deva bulamadığın o gamzeye gömün beni

ölürsem annem ağlar...
hakkaniyetliyim haksızlık edemem kimseye
sevdiklerim ağlar, hem de yalansız ağlar...
üzerin de morlar, allar, ben ölürsem dağlar ağlar...
küçük bildiğim, küçüklüğüne kandığım sen ağlarsın...
geçiyorum gecenin çağla rengi gözlerinden,
gül kokulu şafağında diş izlerim, ben ölürsem güneş ağlar...
kibire kandım bugün, egomu sevdim, kendimle seviştim...
çay içtim ve şekersiz kahve...
sanrılarımı kanırtıp kanı yaptım onlardan...
kendi kanıma aldandım....
gelirsin diye bekledim,
beklediğimen başka bir beklemek düşledim...
sigarasız kaldım, arandım bir müddet...
arandım kaçak bir komünist gibi...
kendimden saklandım, kendime hiçbir şey saklamadım...
ve oturup hiç utanmadan kendi ölümüme ağladım...
ben ölürsem annem ağlar...
soğur bedenim,
esmer yüzüm sarıya çalar...
insanın dostu olacak sevgilim,
uzak şehirlerde olsa da aynı şeyleri düşlediği
ve uğruna herşeyden geçebildiği....
yakup'un sözü var, elleriyle kefenleyecek beni....
bülent başucumda konuşacak...
bencilim başka bir ölüme tanıklık etmek istemeyecek kadar...
ben ölürsem güzel olsun diye el verdiğim yarın ağlar...
bu yüzden ölmeyeceğim sevgilim...
olur da tutamazsam sözümü deva bulamadığın o gamzeye gömün beni...

arttırdıklarımızdan arta kalana razıyım

unuttuk mu günlerin tortusunda soluk aldığımızı,
aşkiya karanlığa gün veriyor...
kendini tekrar eden bir şiir işçisiyim
içimde ki aşkiya sana gül veriyor...
hoyratım bir dağın yamacı kadar,
yamaca saklanmış bir kaçak kadar tedirginim...
terinde su, teninde ekmek
kim demiş aşk karın doyurmuyor...
kuşattığın bir kale kalbim,
biraz daha zorlarsan düşecek...
farkında değilsin, kanaması ağır bir yaralı kalbim
çok ünite, rh+ sen lazımsın
hazırım usanmadan vermeye
arttırdıklarımızdan arta kalana razıyım...
yeterki sen
.....

Ah Tanura

boynunda ki diş izinden önce olmasada, elbette bu acıda geçecek, sense geçmesin isteyeceksin bu ağrı...

acıyor... ben ne dersem diyeyim,kim ne derse desin acıyacak...
geçecek..
aşk bu...
kalsın seninle bir ömür...
kar kapıya dayandı,
karşı pencerelerdeki çiçekleri aramasın gözlerin...
zemheri de çiçek sensin...
ah tanura!
kız kardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler...
ten kokusu yenilsede şehrin kükürt kokusuna,
kan değil dudağının kıyısında ki,
aşk elinden içtiğin kızılcık şerbeti...
kökü derindedir gülüşünün ,fırtınaya eğme başını...
acıyor... ben ne dersem diyeyim, kim ne derse desin acıyacak...
inandığın ve güvendiğin duyguların derde gark olacak...
karanlık bir dehlizdesin,ışığı sen bulacaksın...
aklın oyunlar oynayacak sana,
herkeslerden sakındığın, sakladığın seni sen yargılayacaksın
aşk yanılsama diyeceksin, bütün dünyanın kandığı kocaman bir yalan...
ve ben yalanın ardı sıra giden bir kandım çiçeği...
ah tanura
yenildik...
yenilmekten korkmayan biz, acıya (mı) meyilliyiz?
ve giden kadar zalim olabilmeyi asla öğrenmeyeceğiz
(iyi ki öğrenmeyeceğiz)
şimdi yaslan bir akasyanın gövdesine
uyumayan bir şehirde al soluğunu,
senin için tasalananlara el uzat
olur belki şimalden gelen yağmur apansız apar bizi ...
az da olsa bizde günahkarız ,arınırız!
ah tanura!
kızkardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler
acıyor... kim ne derse desin acıyacak...
ve o acının kasıklarında başka bir sevişmek çiçeklenecek!

êdî bes e

her gece bir aşkı yatırıp o kirli sunağa
kör bir testereyle boğazını kesiyorlar...

ben uçurumlar büyütüyorum artık koynumda
kimi alsam koynuma paramparça
su verdiğim bütün çiçekler soluyor, korkuyorum...
oysa edebiyatla düzelttim aramı...
şimdilerde şiir bile yazıyorum...
gücenmesin matematik,hala sevmiyorum rakamları...
ama korkmuyorum artık cetvelle kafama vuran öğretmenlerden...
çok oldu resmi ideoloji ile yollarımı ayrıştıralı...
tokalarımı çaldırdığımdan beri saçları dağınık bütün bildiklerimin...
bilmek bir halkı güzellemektir, barışı söylemektir yüksek sesle....
bense rüyadan kabusa sürgünüm,
sırtında şövenizimin kamburu, bir halk yanlış omuzlara yaslıyor başını...
gönül koyduğum kentler bıçaklanıyor,
göğü kanıyor sevinin...
bir kaç milyon yıldır şiir kanıyor...
kürdün doğurduğu bir türkmensin diyorlar...
annem biçim verdi bana rahminde,gel gör ki dölün sahibine veriliyor paye...
incinmesin babam, kıskanmasın aşık olduğum kadınlar,
annemi herkesten daha çok seviyorum...
genç bir yoldaşımdan öğrendim bugün, annemin dilinde artık yeter demeyi
tokalarımı çaldırdığımdan beri saçları dağınık bütün bildiklerimin...
bilmek bir halkı güzellemektir, barışı söylemektir yüksek sesle...
bu kez annemin annemin diliyle söylüyorum... êdî bes e

aşkın sarhoş hali...

bir aşka birde rakıya bahane lazım değildir!
oysa sen seversin bahaneleri, gözlerini sevdiğim kadar...
aşkın sarhoş hallerindeyim,
söz bir aşk bir sevgilim!
söz bir sevişmek bir!
sen anasondan daha keskin, rakıdan daha güzelsin...
sarhoşum, başımı döndürüyorsun...
yıldızları saymak istiyorum, kuşların kanatlarına ismini yazmak...
adını öyle güzel andım ki, kıskandı bütün çiçekler...
adını adımın yanına koydum, yeryüzü ateşe kesti...
işvene kapılan dünyayı seyre daldım
sarhoşum seni tanıyan herkes kadar
sen anasondan daha keskin rakıdan daha güzelsin...

sirozdan ölecek kadar zengin değilim!

sonra yasak...
sonra kuşatılmışım,
yağmalanmış bedenim...
elimde kalan şu kadarcık yüreğim
sen korkma, sen hiç birşeyden korkma
sirozdan ölecek kadar zengin değilim...
al al olmuş yanakların,
al al olmuş akşamım,
dinginim en az bir göl kadar...
biryerinde çıplaklığım saklı,
bir yerinde kemani bir keder...
gecenin önünde incir yaprağı,
yaprağın ardında sen varsın....
buhranın koynundan çıktım
kapına kurdum masanı
manzaram ellerin,
ellerini seyre daldım
hoşgeldin anason kokan akşamlarıma!
sen korkma sen hiçbirşeyden korkma
sirozdan ölecek kadar zengin değilim!
bana sınırlar koyma kadın,
bu akşam seni aşk kokan ağzından öpmeliyim!

Sayıklıyorum

kaybedilmiş hiç bir devrim yok
az aşk, az rakı var!

şiirler hüznün sömürgesi

içindeki hayvanı suya indiren kadın
sana da mı yabancı bütün sözcükler
şiirlere sığınsam, türkülerde ısınsam
yağmurun apansız yağdığı bu şehirde
neden sahip çıkmaz kimse geceye

o duvarları oraya kim koymuş
yalnzılığımızı böyle kanırtan kim
günlerin adı yok, özlemek bir uzak iklim,
biz ki razıydık orada kalmaya
fakında olmayanların ve farkındalıklarımızın arasında...
biz ki ömrümüzüden soluk kattık inandığımız herşeye
şimdi sümbüllere belenmiş bir yalnızlık kaldı elimizde
şimdi sığındığımız bütün şiirler hüznün sömürgesi
ve aşkın siyah metali soğuyor ellerimizde...

içindeki hayvanı suya indiren kadın
değişsin istiyorum birşeyler
inkar edilen ütopyalara el veriyorum
yüzün gecemi aydınlatıyor

ismini istedikçe değiştirebilirim

kumdan bir tanrısın sen, kendi ellerimle biçimlendirdiğim...
kudretin benim izin verdiğim yere kadar,
bağışlayıcılığının sınırlarını ben çizdim...
doksandokuz ismin de yok senin sevgilim,
senin ismini istedikçe değiştirebilirim...
annemin yıkadığı çocukluğuğum kadar temiz,
aşka sırt çevirebilecek kadar zalimsin...
sayıklamalarımla dağıttığım sessizliğin yerine koyamam sesini...
geçtiğim bütün sokakları işaretliyorum
yanyana yürüdüğümüz bu sokaklarda
vuruşacağımız günlerde gelecek...
içimde bütün işçiler grevde sevgilim...
nasır tutmuş sınıf bilincim,gecekondular barikat kurmuş,
ucu yanık bildiriler dağıtıyor komsomollar...
suya bırakıyoruz ezberimizi, artık kendimizi tekrar etmeyeceğiz...
yenildiğimiz devrimleri unutup, en baştan başladık herşeye...
ve ben artık sensizde dövüşebilirim....

beni yolculuk tutuyor...

yeni kentler bilmek istemiyorum artık...
kan rengi bütün otabanlar; beni yolculuk tutuyor...
ağzım sigara kokuyor diye öpmeyeceksen beni
o kocaman gözlerinle bakma öyle,
kirpiklerini vurma birbirine...
bir oda dolusu mağlubiyet birikti, yenilmekten yorulmadım!
oturduğun sandalye değilim, ya da patlamış bir soba borusu...
ateş yürekli bir çocuktum kavmimin buza kestiği günlerde
ve kavm-i kabil'in laneti aşk değil zamansız bir ölümdü...
hipodromlara sürdüler ömrümü, oysa dağlarda ölmek isterdim...
derdest şimdi bütün türkülerim, bütün şiirlerimin dudaklarından kan sızıyor
gelmiyor içimden tenine dokunmak ve aşk bana çok uzak bu gece...
düzenli bir yaşamı salık veren sesin senin olsun,
kaosun rengini seviyorum sevgilim...
senin olsun bildiğin bütün şehirler beni yolculuk tutuyor,
hiç büyümedim, bıyıklarım yanıltmasın seni....
devrime beş kala büyüdüğümde
koklamak istemiyorum çantamdaki soğanı ...

dengelere inanmıyorum, dengesizim

seni söylüyorum sana,bunun adı aşk...
kendimi tekrar ettiğim bu günlerde
aksi akan bir ırmağın bulandığı o yerdesin kadın...
yüzme bilmeyen bir denizciyim, korkmuyorum boğulmaktan...
cinnet geçiriyor belleğim, kendi yarattığım seni boğabilirim...
seni sana söylüyorum, bunun adı aşk...
bıçaksırtında seviştiğimiz o geceden beri,
dengelere inanmıyorum, dengesizim...
bilmediğim kitaplarda arıyorum anlamları
baskın bir entellektüel değilim, ben bozamam ezberini...
unut bildiğin bütün oyunları,
duyduğun bütün seni seviyorumlar yalan...
anlatıp durma seviştiğin adamları, canım acıyor!
sen kaşıdıkça içimdeki feodal yara kanıyor!
yoksul geçen çocukluğumda binmedim pinokyo bisikletlere
bıçaksırtında seviştiğimiz o geceden beri, başım dönüyor...
çocukluğumda binmediğim bisiklete bu yaşımda neden bineyim...
dengelere inanmıyorum, dengesizim...
Seni Seviyorum Kadın!

Alnımın teriyle doyururum patronlarımı...

Herşey benim ellerimde hayat buluyor...
Günler ve geceler benim sırtımda...
Ne yediğim belli ne içtiğim,
Alnımın teriyle doyururum patronlarımı...

Bütün gün kösele keser, topuk çakarım...
Deliktir papuçlarım...
Korunaklı barınaklarımın olmadığı doğrudur,
Doğrudur yıkılan bütün binaları benim yaptığım
ama korunaklı köşkleri, sarayları yapanda benim...

5 tane bebem var ellerinizden öper sayın abim...
Sağlığınıza duacılalar...
küçük yaşta öğrettim bütün duaları,
aş değil taş kaynasa şükreder yavrularım...
Sevgisizlikten değil sayın ablam, yorgunluktan karıştırıyorum isimlerini...

Doğrudur helalim olduğu, üçü ölü sekiz bebe doğurdu bana...
Köyde ağanın toprağını sürdü, burda zenginin evini temizledi...
Bakmayın bu çökmüş haline, aldığımda tay gibi kadındı...
Yaptığım her iş yanlıştı ama nazife bütün yanlışlarımı temize çekti...

Siz bakmayın benim rüyalarımı başka bir dilde gördüğüme...
Fatihin torunuyum öz be öz türküm bende...
Olur mu sayın abim en küçük olanı da öğrenecek türkçeyi,
Ne ayakkabı boyayabilir, ne de mendil satabilir öğrenmezse...

De hadi buyrun sofraya
...
Dedem koymuş ismimi sayın abim,
yok asker olduğundan değil,
Karnım kolay doysun diye memed demişler adıma...
Sesi hala kulaklarımda rahmetlinin
Umut fakirin ekmeği ye oğlum memed!
...
Eksik olmayın sayın abim allah devletimize zeval vermesin!

aşk senin ismin, benim derdim!

tulumunu içimde şişiriyor tulumcu...
ızdırabı kendinden menkul bir türkü bu...
kimseler dinlemiyor bizi, kimse anlamak istemiyor....
omuzlarımda ki yıldız kalabalığını söküp, apoletsiz ve yalansız bir dünyanın ortağı oldum...
adınla başlamasamda her işe, her işte anımsadım ismini...
geçte olsa anladım gün geceyi koynunda saklarmış, vuslat hasreti...
orhan gencebay dinlemeyim bu gece, birde küçük rakı açmalıyım...
ben eski ben değilim ki kadın 70 lik rakıyı kaldırmıyor bünye...
lakin yazdırmadan güncesine yılgınlığı, hala başüstünde taşıyor özlemi...
ve herkesin unuttuğu şiirleri anımsıyor, anımsatıyor her fırsatta..
yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek
sürdürülebilir değerlerin bileşkesi aşk...
aşk bir kuzunun rakı içip kurda efelenmesi...
aşk mahallenin aar abisinin, mahallenin yosması karşısında başını eğmesi...
elestirel bir saldırganlık!
aşk senin ismin, benim derdim!
bildiğini biliyorum, sadece anımsatıyorum kadın
seni seviyorum

sana gül(mek) yakışıyor!

azar azar tükenir günler...
uzar özlemin akşamları...
yüreğine bir münzevi güvercin konar...
uzaktır beklediğin devrim uzak şehirdeki sevgili kadar...
ve hangi çok bilmişe sorsan ahmaklıktır bir düşe inanmak...
akrep yelkovanı zehirledi diye zaman kimseye güvenmiyor artık...
bir bir keşfedilirken yeni dünyanın yeniden yükselen değerleri
kim ağzını açsa ilk sözcüğü euro yada dolar!
aslında yoktur yükselen hiçbirşey
ve vardır her alçaklığın bir yüksekliği!
paranın ve penisin herşeye muktedir olduğu günlerde,
kanımızı toprağa akıtıp gül ettiler...
gül rengini kandan aldı!
hoyrat ellerde diken, dost ellerde gül...
gül diyorum sana
sana gül(mek) yakışıyor!

elçiye zevalin olduğu bir yüzyılda elçisi oldum barışın

derin bir muhabetle ahmet abiye...

Çok bekledim bu gece seni..
Soğuktu, yorgana sarılıp ısınmaya çalıştım...
Yalnızlığımı üleşmedim kimseyle,
oysa içimde toplumsal bir yaraydı yalnızlığım...
beni unutanları ben burada unutmadım,
unutmadım seni bir an bile.
ve unutmadım onları....
ölüp ölüp dirilen şairleri anımsadım sonra...
ve kesik damarlarını şiirin...
mayakovski, yasenin ve kaan ince...
savaşın utancıyla kendisini vuran zweig da bir ara buralardaydı...
elçiye zevalin olduğu bir yüzyılda elçisi oldum barışın...
boynuma yafta astılar bugün, bu deyyus barış yanlısı diye...
birileri yaslanıp penisine gelmişime geçmişime sövdü...
birde gözlerim bağlıyken sövmüşlerdi anneme...
sağrımda toplumsal bir yalnızlık...
bu gece uzun bir gece...
çok bekledim seni...
oysa seninle başka olmak vardı...
seninle içli dışlı, seninle senli benli...
aşkın hüküm sürdüğü bir dünyada dizinin dibinde bir ömür, bilemedin iki gün...
ey kahrını kimden aldığını bilmediğim günler,
şimdi kararın ve kararsızlığın hükmünü kim neyler...
bir ülke topyekün yerken kendi çocuklarını, timsahlar bile utanır!
fakat utanmaz savaşı diline pelesenk edenler...
sevgilim sen şehrinde söyle bildiğin bütün barış şarkılarını,
ben şehrimde barış şiirleri okuyayım...
elçiye zevalin olduğu bir yüzyılda, elçisi oldum barışın...
sevişmek bir başka geceye kaldı!

unutacağız bu gece bize öğretilen herşeyi

ben aşiret çocuğu değilim, kalabalık büyümedim...
yalnızım herkesten daha fazla...
artı değerimden arta kalan bu akşam da yalnızlığımı örsele kadın...
kanıma karışmalısın bu gece, kanırtmalısın sensiz geçen ve geçecek zamanlarımı...
bu gece sorular yok, sorularda saklı anlamlarda kalsın orada...
unutacağız bu gece bize öğretilen herşeyi...
susacak bütün sözcükler, zaman bize inat akacak...
ölümlü olmak, herzamankinden daha çok acıtacak canımızı...
bu gece aşk kekeme bir geveze, kafamızı şişirecek...
bu gece teninde tazeleyip yaşama sevincimi, seni yaşayacağım...
arınacağım çok bahaneli yalnızlığımdan...
kollarında!
kollarında yeniden varolacağım...
seni şiir, seni türkü, seni kimselerin bilmediği bir dil gibi...
seni hiç ölmeyecekmiş gibi seviyorum kadın!

sana ağrıyan bir yürek saklıyorum

gece yarısı gara usulca giren expreste ustamın sevgilisi vardı...
usulca gardan çıkan expreste benim sevgilim...
şiirler yazmıştım ben ona, elimden gelse şarkıllarda bestelerdim...
ve hatta ustamınkinden daha bedbaht olan sesimle söylerdim bestelediğim şarkıları...
giderken el salladım...
oda bana el salladı, ama sanki statikti o ve dünya onun salladığı elin etrafında dönüyordu...
akıp giden sokağın üzerinde ki yıldızlar tanıktır buna...
tanıktır yazılmamış ve yazılmayı bekleyen bütün şiirlerim...
ayrı olduğum günlerin sancısı, onsuz gecelerimde ağrıdır artık...
kasıklarında su damlaları, sevişmek bir başka geceye kaldı...
portakal kokardı koltuk altların, kıskanırdı bütün narence bahçeleri...
sana sözcükler büyütüyorum şimdi kadın...
sana iki dirhem bir çekirdek giyinmiş özlemler...
yangınlar sana, yangınlarda büyütülmüş aşklar....
sana üzerinde bulutların olmadığı istanbul akşamları düşlüyorum...
ve o göğün altında eğitilmemiş, anadilde eğitimi bile rededen gözyaşları biriktiriyorum...
sol yanımda benden daha yaşlı bir ağrı...
ey kadın sana ağrıyan bir yürek saklıyorum...

Üşümeyecek Kadar Güzeldik


kalbimde ki buğulanmanın sebebi ensemde duyduğum o sıcacık nefesindi...
uyuyordum, sırtıma sarılmış uyuyordun, ellerin ellerimin arasındaydı...
şubattı dışarıda kar vardı...
sokak lambalarının ışığı kar ile bütünleştiğinde kıpkırmızı bir ışıkla doluyordu odamızın içi...
gözlerimi açtım ellerini seyrettim bir süre....
naif ve narin...
soğuktu dışarıda kar vardı... ellerin ellerimin arasında yanıyordu...
sırtımda memelerini duyumsadım sıcaktılar....
bacakların bacaklarımı sarmaşık gibi sarmıştı...
yemyeşil bir yataktaydık...
ne baharın ne de örtünün rengiydi yeşil...
senin yeşilindi yatağımızda ki...
usulca öptüm bileklerini...
bileklerindeydi sanki bütün yaşamın akışı...
bütün bir hayatın kanı senin damarlarından geçiyordu...
bahar, kışla yapacağı o büyük savaşa sanki senin bileklerinde hazırlıyordu kendisini...
incelikle öptüm bileklerini...
soğuktu... dışarıda kar vardı...
çıplaktın, çıplaktım, sıcaktık!
uyuyorduk...
yüzümü döndüm sana muhnis ve sokulgandı yüzün...
yüzüne dokundum bıyıklarımla ve dudağının kıyıısını öptüm gözlerim kapalı...
gözlerin kapalı öptün beni yüzünde aydınlık bir tebessüm...
soğuktu... dışarıda kar vardı...
çıplaktın, çıplaktım, üşümeyecek kadar güzeldik!
araladın gözlerini yüzümü sevdin ve çenemle boynumun birleştiği yerden öptün beni...
ıslaktı dudakların, sıcaktı...
dudaklarının değdiği yer çiçek açmıştı...
sen çiçek açmıştın...
odamız senin kadın kokunla dolmuştu...
dokundum tenine,saten gibiydin ve kadife bir duygu uyanmıştı içimde...
soğuktu, dışarıda kar vardı...
uykulardan uyanmıştık...
dudak dudağa karışıp, arzunun kollarında soluklanmıştık...
kasık kasığa aşk şiirleri okudum sana...
pür dikkat dinledin beni, her imgede kasıldı bedenin...
içime sığmayan senin, içine sızan bir gerillaydım gece de...
ikiden bir oldu bedenlerimiz...
ıslaktın, sıcaktın, yumuşaktın!
soğuktu... dışarıda kar vardı...
bursa semalarında seba makamında ezan sesi ile uyandım uykumdan...
anladım ki her zaman ki gibi rüyaydı...

oysa sen yenebilirdin benim korkularımı

Kadın aşksız sevişelim dedi...
durdu adam, nutku tutuldu...
bildiği bütün kelimeler, olgunluğunun ve yaşadıklarının karşısında ricata çekildi..
incinen yerlerine baktı...
düşlediği belki de bir ömür arzulayacağı ve isteyeceği kadın vardı karşısında...
diğer tarafta o kadına bugüne kadar yüklediği anlamlar...
acıyla çevirdi kafasını pencereye baktı,usulca doğruldu oturduğu yerden ve kadının bakışları arasında tülü aralıyıp dışarıyı seyre daldı...
çocuklar soğuk havaya aldırmadan parka doluşmuşlardı...
Soğuktu
ve adam parkta oynayan çocukların üşümüş burunlarının kırmızı uçlarını görmek için benzersiz bir gayret içersindeydi...
göreceği o kırmızı burunlar o nu o yaşadığı yıkımın uzağına taşıyacak sanıyordu...
o kadar uzun baktı ki adam, bu satırların yazarı bile adamın pencere önünde ne kadar kaldığını hatırlayamıyor...
şimdi evlerin akşam 5 olma vaktidir dedi şimdi anneler çağırır onları evlere, bu soğukta ellerini yıkamak istemeyenleri büyüdüğünde sıkça ve tebessümle anacakları anne terlikleri ikna edecek...
sustu tekrar...
kadın seyre daldı adamın sırtını...
içinden konuşmaya başladı kendisiyle...
sen bayım, sen biraz daha güven verebilseydin bana…
bana bunca uzun süre aşık olup, yalnız kalamamanı anlayamıyorum...
anlayamıyorum bu kadar içten cümleler kurup, ayaklarımı yerden kestiğin zamanları yaşayıp, başka bir kadının yatağında uyumanı ne kadar kendimi zorlasam da anlayamıyorum...
sen bayım evet sen haftada bir şehir dışına çıkacak kadar gösterdiğin çabayı bizim birlikte olmamız için göstermedin...
oysa sen yenebilirdin benim korkularımı, açabilirdin önümü...
sonra öyle derin bir sessizliğe daldı ki kadın...
sizlerden özür diliyorum bu sessizliği tarif edecek sözcükler kelime haznemde inanın ki yok...
....
adam kolundaki sızı da annesinin plastik eflatun terliğinin altında ki baklava desenlerini hisetti...
ve o içini titreten ses tonu hatırladı annesinin...
bu kadar uzun süre yüz mü yıkanır tuvalette, okula geç kalacaksın....
düştü mahpustakiler birden bire aklına...
gece
8 m kare bir hücrede...
onların da aşık olduğu kadınlar var mıydı ?
ya aşksız sevişelim diyen sevgilileri?
ve varsa eğer onlarında canı acımış mıydı bu kadar?
susacak gibi oldu adam, sonra bir başka ben aldı adamın içinden sözü…
ben ki bir kuş gibi bırakabilirdim hayatımı avuçlarının içersine...
üstelik bir gün yorulduğunda parmaklarını kapatacağını bile bile...
ben ki seni gönlüme sultan yapabilir ve Osmanlı padişahlarını bile kıskandıracak bir içtenlikle akıtabilirdim bütün kanımı ayaklarının ucuna,
çiğneyip geçseydin kanımı içim acımazdı...
ben ki seninle kimselerle üleşmediğim düşlerimi üleşecektim...
teninde bir ömür sürgün ya da ertesi gün sınır dışı edilen bir mülteci olmaya razıydım...
Tenin benim için görülebilecek en güzel coğrafyaydı...
tülü kapattı adam… perdeyi çekti...
elektrik düğmesinin olduğu duvarın dibine kadar gidip parmağını uzattı düğmeye, sonra kala kaldı öylece, aç(a)madı ışığı.
kanepede ki kadının yanına gidip oturdu ve kocaman gözlerini seyre daldı biran...
sözün hükmünü yitirdiği zamanlardayız dedi ve kadının dudaklarını görülmemiş bir açlıkla öpmeye başladı...
elleri ile saçlarına dokundu... ne kadar uzun zamandır istemişti bunu yapmayı...
odayı nefes alışlarındaki sıklığın sesi doldurmuştu....
kadın sımsıkı sarıldı adama ve adam o karanlıkta dahi kadının gözlerinde ki aşkı görebilmişti!

bırakınız kelimelerle şairler oynasın

Günhami Abi'ye
Yağmurlu bir öğle öncesi her zamanki miskinliğimle kendi dehlizlerimde diktiğim çiçekleri suluyorum...
Karanlık!
Bir şarkı vardı musikide her yer karanlık
İçimde bu aralar her yer karanlık...
Bel bağladığım ve inandığım abilerim...
yazmışlar hatrı kendinden ağır sözcüklerle,
yazmışlar çok bilindik kelimerle...
ne kadar büyülü bir şey sözcükleri ustalıkla yanyana getirebilmek...
ve yazdığının karşılık bulabileceğine inanmak!
sözcükleriniz çok güzel abilerim...
sözcükleriniz benim bacaklarımdan daha güzel!
ellerimden ve burnumdan daha güzel sözcükleriniz...
oysa aylar evvel söylemişti, çetin miydi ismi neydi?
ne de güzel söylemişti
Saçlarımdan daha güzel söylemişti
bırakınız kelimelerle şairler oynasın
içtenliğin ve iyiniyetin yetmediği bir dünyayı sadece devrim mi güzelleyebilir?
devrimin içtenliği bizim içtenliğimiz ise eğer arınmamız lazım bu kuşatılmışlığımızın kirinden...
dışarıda yağmur var...
el ele göz göze geldiğim yeni sözcüklerimi şuracıkta bırakıp dışarıya çıkacağım.
suya soracağım kendimi....
her bir damla ile arınacağım kirimden,size benzeyen dallarımı fırtınaya kurban edeceğim...
Bağışlayın abilerim siz dümende olduğunuz sürece ben o gemiye binerken hep ayak sürüyeceğim...
Dışarıda yağmur var...
durmayın sizlerde ıslanın abilerim!
bu yağmur sizleri de ıslatmazsa güneş bir daha hiç doğmayacak!

Şimdi bana git diyorsun

Şimdi bana git diyorsun.
Unut ne varsa yaşadığımız.
Sevişmelerimiz yalandı ya da hiç yaşanmadı.
Gözlerimden yüreğime akan sen değildin bir masaldı.
Ve her masal gibi bunun da bir sonu vardı.
Şimdi bana git diyorsun.
yarım kalmışlığını arkadaş et kendine.
Kalemin ve kağıdın genişliğine sığın.
Sözcüklerden bir ülke kur kendine içinde bana dair hiçbirşey olmasın.
Şimdi bana git diyorsun.
Sevişmek güzel ama sevmek yetmiyor herşeye.
Sen kaleminle kurabilirsin bir ülke, ben o ülkeyi silebilirim bir kalemde!
Şimdi bana git diyorsun.
Bir sigara içimi soluklandım seninle, bir sigara içimi sevdim, seviştim.
Bitti!
Hayat zaten bir sigara içimi değilmi.
Şimdi bana git diyorsun.
Dirayetin kıymeti yok.
Soluduğum havayı çekiyorsun etrafımdan,
beni boğuyorsun..!
Şimdi bana git diyorsun..!
Gidiyorum bu son olsun

Halam'a

Sorularımız var dağ dağ.
Sözcüklerimiz var yürek yürek.
Bir bilinmezin ortayerinde ayaktayız dimdik.
Ne kadar da uzak düşmüşüz en yakınımızdakine bile ve nasıl farketmemişiz biz bunu.
Kederdir yüreğimizde yalnız bıraktıklarımızın yalnızlığı.
Onlar eritirken kendini mum misali biz ışıklarında romantizm yapabilecek kadar vicdansızmıydık.
Cann
Ummanlardan kopup gelen su damlasıyız.
Hasretimiz bir gün boğulacağımız denizlere.
Hasretimiz bir çınar gölgesinin çok görüldüğü bizimkilere. Yalnız mıydık ki gömüldük yalnızlığımıza.
Çevirirken bir şiir kitabının yapraklarını acımadımı içimiz o yabancının dizelerine.
Kendimize katlanamadığımız zamanlarda çekmedik mi yazının ağız kokusunu...
Öyleyse bu keder neye ?
Bir zamanlar zafer şarkılarıyla kazaska oynayan avrupa şimdilerde özlüyorsa hitler'i, bir zamanlar en olmadık yerlerde yenilen abd unutup geçmişi, bayağı bir külhan beyi tavrıyla efeleniyorsa tüm dünyaya biz sorularımızdan vazgeçtik diye(mi)dir..
Bilipte kendimizden bile sakladıklarımız, bir gerillanın bilgeliğiyle pusuya yatmış yüreğimizin yamaçların da.
Tüfek çatacağı anı bekliyor acımasızca...
Cann
Ne mutlu bize ki bildiklerimiz acıtır içimizde bir yerleri.
Ve sorularımız hayatın etini kanırtır...
Bak buradayız bildiklerimizle ve sorularımızla.
Yine bir aradayız, ortak sevinçlerimiz var yine ortak kederlerimiz.
Şimdi bir zaman daha acıyacak içinde bir şeyler...
Şimdi aklın ışığı arayacak bir süre daha...
Kapıyı bir sen biliyorsun ve bizi bu karanlıktan sen çıkaracaksın...
Cann
Herşeyin ve herkesin kendine bile yabancılaştığı, at izi ile it izinin birbirine karıştığı bir zamanda kederimizden arındırdık bu duru adımları...
Adımlarımızı bastığımız yede yangınlar çıkarıyor ayaklarımız.
Yol ırak menzil uzak.
Yüzümüz aynı gökyüzüne bakıyor bundandır gözlerimizin bir yerlerde buluşması.
Aramızdaki şehirlere inat yanyanayız sanki.
Yıldızlara değiyor kafamız.
İnce belli bardaklardaki demli çay kıvamında sohbetlerimiz.
Cann
Beni öldürmeden iç renkliliğimizi bize katmanın o karşı koyulmaz hazzı ne güzeldir.
Çiçek bahçesinin orta yerindeyiz, etrafımız da, nergisler, karanfiller..
türkü türkü kokuyor. inceden bir tulum sesi çalınıyor kulaklarımıza, mahmut abi üflüyor . a
tasoyla sephidi el ele horona duruyor yine. asi bağırıyor uzaklardan viyaaa. selim nede güzel çalıyor kemençeyi ışılımızın yüreği kıpır kıpır.
şimdi karadeniz misali yüreklerimiz.
kazım ses veriyor uzaklardan, sesindeki tını büyü gibi
güneşin sofrasındayız demiş ya usta.
güneşin sofrasındayız işte.
Ne mutlu bize ki kardeşleşiyoruz hergün biraz daha...
Haydi aç yüreğinin kapılarını ardına kadar...
her güzel şeyin sebebi Gönül
Gönlünün en güzel odasına istihdam et bizi...
Misafirliğe değil yüreğine yerleşmeye geliyoruz...

Yitirmek Seni...

Yitirmek seni,
Örselenmiş bir istanbul akşamında
yağmur düşerken denizin üstüne Ülkem gibi bilmediğim dilim gibi yitirmek seni...
Bu Nisan Akşamında
kanarken bütün yıldızlar
kanaya dursun yüreğim Geçer
Geride baharın büyülü kokusu kalır
Söz tüner suskunun kuruyan dallarına
Önce kendinle konuşursun sonra kuşlarla
Bağdat, ağrıdır; düşer yüreğine
Kara gözlü bir dilber dudağının kıyısında keskin bir keder rahminde bebek büyür büyür bebek!
Utanır ellerin kalem utanır kağıt üryan kalır
Çakaralmaz gürültüsü bu, böler uykularını
Bağdat semalarında seba makamında ezan sesi
Dinsizim! titretir yüreğimi!
Yitirmek seni Bağdat gibi..!

homofobik babam duymasın

homofobik babam duymasın...
yalnız ve yabancı hisseder kendisini kavmine...
duymasın homofobik babam...
saçım uzun zaten, bu kesmedi beni, bide kulağımı deldirdim bu gece...
duymasın babam, görmesin...
bu tedirginlik halini en son aylar önce hissetmiştim...
bursamda eşcinsel ve travesti ölümlerini protesto etmek isteyen eşcinseller ve travestiler yasal bir yürüyüş için başvuruda bulunmuşlardı.
bursamın erkek valisi toplumun huzur ve refahı için bu yürüyüşe izin vermemiş ve bu yetmezmiş gibi erkekliği dillere destan bursaspor taraftarının linç girişimine de seyirci kalmıştı...
başka genlerin çocukları sadece cinsel tercihleri yüzünden ölümle burun buruna gelmişlerdi o gün...
onlar ki bursamda sokak ortasında bıçaklanalar, aşağılananlar, gündüz ahlaksızlıkla, ibnelikle ve orosbulukla itham edilip gece oluncada bizzat itham sahiplerinin koyunlarına girmek için en yakın arkadaşlarıyla yarıştığı gayler travestiler transsexüellerdir...
onların yapmak istedikleri eyleme destek olmaya giderken bir taraftanda bir tedirginlik vardı yüreğimde..
anam babam tvlerden izleyip oğlumuz bursaya gittide ibne oldu diyecek ve harab olacaklar diye çok tedirgindim..
hatta annemin vişhhh diye başlayıp dizini dövdüğü sahne bile canlanmıştı gözümün önünde...
ibni arapçada oğlu demek ibne kızı demek...
ibne bu yeryüzünün en rezil küfürlerinden birisidir özünde..
hem kadını aşağılar hem gayleri aşağılar...
31 yaşımdayım...
homofobik babam duymasın ben kulağımı deldirdim bu gece...
homofobik babam duymasın...
sıkıldım....
bu saatten sonra bizzat kendide dahil olmak üzere kimse kusura bakmasın duyarsada hiç .ikimde değil!
hem kulağımı deldirdim hemde başka genlerin çocuklarını çok seviyorum

Haziran bir bunaltı içimde

En başa dönmek istiyorum...
Geride bıraktığım herşeyle yüzleşmek.
Yeminlerimi ellerinden tutup çekip getirmek istiyorum bugüne.
Söz sahipsiz değildir dolanır sonsuzluğun semalarında..
Verdiğim sözler bavulumda ve bavulumda boş yer var hala...
Keşkelerin batağında süslenmiş bir yalandır gelecek. Keşkeler keşmekeş bir bataklık.
Ömrümü kurtarmak istiyorum keşkelerin batağından.
Ellerim orta yerde duruyor.
Korkak bir çocuk sanki.
Sanki dokunmamış daha hiç bir kadın tenine ve vermemiş el sınıfına..
Sınıfım yeniden öğretsin bana proleter selamını.
Daha bir çoşkuyla sallayayım yumruğumu.
Ellerimi bizimkiler tutsun istiyorum , ilk öpmelerin içtenliğiyle...
Erguvani bir gün atımının sonrasında düştü üçüncü cemre.
Mart kalan kömür kırıntılarınıda yutup gitti.
Mart onların Nisan bizim olsun.
Islanmak istiyorum nisan yağmurlarında doyasıya,
O yağmurlardan korkacak kadar doğaya yabancılaşmadım yaşlanmadım daha.
İnsan evladı sevinin sunağında sunarken yalnızlığını, coşkuyla üleşirken ilk merhabanın coşkusunu, sen bu yalnızlıkları kime büyüttün çocuk bir ayıbın titzliği ile.
Üzerimde şarabın laneti, gitmelerin öngünündeyim. Dudağımda tütünün yalancı kokusu damağımda şarabın kekremsi tadı yollar uzanır önümde.
Mırıldanır aklım kendi kendine:
- gitmeler başlangıcıdır gelmelerin çünkü ne yazıkki gittiğin heryere kendinde gelir seninle. yol uzun menzil ırak güneşe daha çok var. mademki gidiyorsun sakın bakma arkana.
Gıcırdayan bir karyolanın üzerinde upuzun bir gece... Yalnızsın ama utanırsın gıcırtı deli eder seni...
Alt komşum acaba uyuyormu?
Sabaha daha çok var, kalemim tükenmez kağıdım az.
Yitip giden ne ki bu soğuk gecede.
Haziran bir bunaltı içimde... Aslında burdayım Nisanın kasıklarında.
Seni şarkılar, seni şiirler, bilindik ve bilinmedik kederler,bir türkünün yanlış söylenişi,bir şiirin unutulan dizesi, yağmurun vurduğu fındık, seni sıcak bir kadeh rakının yudumu. seni uykularda arayan dervişler.
El verdim Gönül verdim.
Gitmelerine değil Haziran'a gücendim.
"Dar gününde, dağlar tutsun elini"
Sende elinden tut dağların elinden tuttuğu kadar sıkı. Anadlilinde bir türkü ile sar ince narin belini.
Kardeşleş ve baki kıl kardeşliğini.
Aşkla, umutla inatla güzelleşecek dünya.
Güzelleşen dünyaya aç yüreğinin bütün pencerelerini.
Haydeeeeee..!

Kuzine yok artık

bir şehirden geçerken arkasından sağnak bırakanlardanım...
üleşebilecek hiç bir şeyim yoksa yüreğimi üleştim...
onu sarıp sarmalayanı kadir bilenide gördüm, üzerine işeyenide...
çok yandım yanıldım lakin yaktıklarım ve yanılttıklarımda azımsanmayacak kadar çok...
anlattım yorulmadan usanmadan...
anlatılanları dinledim, anlamaya çalıştım...
herşeyden ve herkesten vazgeçmek istediğim zamanlar oldu...
bırak herşeyi ve herkesi kendimden bile vazgeçemedim!
ince bir yağmur düşüyor varoşun sokaklarına, pencereden seyrediyorum...
dudağının kıyısında buruk bir tebessümle geçmişi anımsıyorsa insan dünyanın geleceği çok aydınlık değildir demekki...
eskiden yağmur sonralarında ya mantar toplardık ya da killi toprağa çivi saplamaca oynardık...
mantar topladığımız ormanlık alanlara koca koca binaları diktiler...
çivi saplamaya toprak kalmadı!
artık yağmurun sonrasında duyumsayacağımız o eşssiz koku yok!
herkes daha bir usta olmak zorunda anlatımda...
yeni nesil çocuklar yağmur sonrası toprağın kokusundan bi haber büyüyecek yoksa...
sonbahar döküyor yapraklarını...
ağaçlar üstünde ki son parça yapraklardan kurtulup kışın kudretli kollarına hazırlıyorlar kendilerini...
çocuğunuz rahatça dolaşabilir evin içersinde...
kuzine yok artık!
sabah sobayı kim yakacak kavgası yok!
kuzine de pişecek olan patatesler, ayva tatlıları yok!
kış'ın sende ki karşılığı da aynı mı ?
hoşnutsuzluğumun kış'ı başlıyor
şimdi şiire sarıp üşüyen yüreğimi, sakiya camındaki esrarla meşgul olacağım bir müddet..
sonra susacağım...
ilişip karanlık bir odanın en kuytu köşesine seni özleyeceğim!

payımıza dezenformasyon düşmüş

eskiden mektuplar yollanırdı bu tip durumlarda...
kendinle yapılan uzunca konuşmaların sonunda ilanı aşk mektubu yazarsın...
bir ucu yanık olur... "yandı gönlüm keten helva misali"...
şimdi ki gibi internet yoktu, öyle güzel aşk şiirlerine sahip olmak için çokça kitap okuman gerekirdi...
sevgiline seçme şarkılar derlemesi yapmak için bir sürü kasetin olması gerekirdi...
her şey daha bir zahmetli ama bu günkünden çok daha anlamlıydı...
elle yapılan foto montajların yerini tutabilir mi photoshop harikaları...
emek emek yazılmış bir defter kadar sıcak olabilirmi bloglar...
bilgi çağındayız deniliyor...
kocaman bir yanılsama bu bilgi çağında değil
enformasyon çağındayız...
payımıza dezenformasyon düşmüş...

çiçekler aşkın pezevengi mi

bir istanbul vapurunda demli bir çay ve acı tütün kıvamında sözcüklerin...
sözcüklerin varlığımı şart koşuyor zamana...
islamın 5 şartına denk düşmesede sözcüklerin, kutsiyeti bende saklı...
ne kadar uzun zaman oldu değil mi sana sevgilim diye seslenmeyeli...
unutulmuş ve mektupları cevapsız kalmış o mahpus çocuktan geriye, sadece özlemin kıyılarında vurduğumuz volta kaldı...
duvarın bittiği yerdeyiz oysa, bir adım ötesi sevi...
kustukça ayılırmış bütün sarhoşlar...
kustukça başımı döndürüyorsun... kustukça içime doluyorsun...
yenildikçe daha derinden bağlandığım beşiktaş gibi, canımı acıttıkça daha bir bağlanıyorum sana...
oysa unutup o ilk dokunuşu, o ilk öpüşleri unutup...
kendimle kalsam şuracıkta...
başa sarsak bu filmi acaba bu sefer başrölü bana mı verirdi yaratıcı?
yoksa kendi ömrümde bir figüran mı olurdum yine?
ömrümün başrolünü sana vermiştim ve az izlenen bu filmin sorumluluğunu senin kötü oyunculuğuna değil senaryonun ve benim kötü figüranlığıma bağlamıştım..
büyük alışveriş merkezlerinin, bilindik kent binalarının ve anıtların önünde elinde çiçeklerle bekliyor insancıklar...
ellerimle yakalarından tutup sarsmak ve ömrümün en büyük hırsı ile sormak istiyorum çiçekler aşkın pezevengi mi ulan!
ne kadar uzun zaman oldu sana bir demet nergis vermeyeli!
klişe şair ağzıyla özetlersek durumu gittin
kendim olmaktan vazgeçmediğim şu ömrümde kendim olduğum için cezalandırdın beni...
şimdi bu filmi başa alsak...
şimdi herşeye yeniden başlasak...
kendim olmaktan vazgeçermiydim ?

Ertos Parov Hrant Yegpayr… *

Ne kadar olağan bir sabahtı senin için…
Uyandın ve eşini öptün yanağından, belki torunun sendeydi bir önceki geceden, onu kokladın, sevdin…
Ne kadar olağan bir sabahtı senin için…
Kahvaltı yapıp yapmamak arasında gidip geldin, günlük programını düşündün…
Ceplerini yokladın, unuttuğun bir şeyler var mı diye…
Sonra tatlı bir telaşla çıktın kapıdan, akşama görüşürüz…
Kim bilebilirdi ki o gün doğan güneşin akşam senin için batmayacağını…

uklar”ın ağabeyleri sanki ölümün “iyi çocuk” elinden değilmiş gibi taziye mesajları yayınlıyorlar arka arkaya…
Soluğunu soluğunun yanına koymayı çok gören bazı gazeteci müsveddeleri derin kederi! İçersindeler bir meslektaşlarını yitirmenin…
Daha dün kalemi ile tetikçilik yapanlar bugün ne kadar üzgün olduklarını söylüyorlar riyakârca…
Timsah bile daha namuslu, çünkü o akarsu durulmadıkça yavrularına dokunmaz…
Bugün ölümünün birinci dereceden sorumlusu olanlarda dâhil olmak üzere herkes katillerini kınadıklarını açıklıyor, senin ne kadar sağduyulu bir kanaat önderi olduğundan bahsediyorlar…
Şimdi flash haberler arasında, açıklamalarından spot başlıklar yayınlıyor televizyon kanalları…
“Irkçılığı alnıma kara bir leke olarak sürdürmeyeceğim” derken bir parçasın içimden…
Gözlerin bulut bulut… Gözlerin uçtan uca barışın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü bir ülke…
Ne kadar insansın... Ne kadar içten…
Hrant!
“Şimdi ölüm bile yetmiyor, acılarımızı tartmaya”, devlet erkânı hiçe sayıp acımızı, bilindik klişe sözcüklerle başlıyor söze ‘’sağduyu’’…
Oysa biz tepeden tırnağa acıya kesmiş bedenlerimizle bileniyoruz en keskin öfkelerle…
Şimdi vicdanımız yazdığın son yazının kıyısında dolanıyor…
Senden geriye kalan bir öngörü abidesi….
‘’ Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İŞTE SİZE BEDEL... İŞTE SİZE BEDEL...’’
Hrant! Dilini bilmediğim kardeşim… Dilinde kardeşim diyemediğim…
Hayat rastlantılar üzerine kurulu… Bu şehre gelmem, konuşmacı olduğun panele katılmam, aynı masayı paylaşmamız, hepsi acı bir tesadüf…
Sormadan edemedim kendime tanışmasaydık, aynı havayı solumasaydım daha mı az acırdı canım…
Politik anlamda çok farklı düşünmemize rağmen üslubundaki yumuşaklığın ve o naif sesin çınlıyor kulaklarımda, sanki elimi uzatsam dokunacakmışım gibi…
Hrant! Dilini bilmediğim kardeşim… Dilinde kardeşim diyemediğim…
Hayat bir ustura sessizliği ile sınıyor öfkemizi…
Acımız dağlar kadar görkemli ve vakur, denizler kadar engin…
Şimdi senden geriye kalan o tedirgin güvercin ışık arıyor sözcüklerimizde…
‘’Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.
İŞTE SiZE BEDEL’’

‘’Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.’’
Hrant! Dilini bilmediğim kardeşim… Dilinde kardeşim diyemediğim…
Serçenin eti için öldürüldüğü bir dünyada Güvercinlere neler yapmazlar ki…
Şimdi senden geriye kalan o güvercine can taşıyacağız ömrümüzden…
Sözcüklerimizi su yapacağız temmuzun sıcağında, zemheride aklımızın bilgeliği ile besleyeceğiz…
Ve nerede bir güvercin görsek seni hatırlayacağız…
Şehrimde deli bir yağmur… Gökyüzü sana ağlıyor… Caddeler sırılsıklam…
Payıma düşen kederle sokaklarını adımlayacağım Şehrimin, bu gece senin için ıslanacağım…
Hrant sözcüklerin saklında yaşamadın ya bu hayatı ne mutlu sana…
Şimdi biz kederli ama vakuruz ve sana yakışır bir uğurlama merasimine hazırlanıyoruz, sen kanat vururken sonsuzluğa kimselerden korkmadan yüksek sesle haykıracağız…
Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeni’yiz
Ertos Parov Hrant Yegpayr…
Söz olsun ve yemin kasem olsun bu kez sağduyu değil solduyu konuşacak…
Elveda demiyorum sana Yürek dolusu gül güle…
*Güle Güle Hrant Kardeş

Gitmeseydin!

Gitmeseydin!
Söyleyecek sözün
Çalacak türkün vardı daha!
Karadeniz dalga dalga
Yüreğim Kızılırmak
Gitmeseydin!
Açıp yüreğini Hopa’nın uçsuz ovalarına
Şiir yeşil yeşil.
Derdimizi rehin bırakıp bir emanetçiye
Güneşin alasını çalacaktık tümörlü ciğerlere
Çay yerine kederi demleyip
Damıtacaktık ağusunu hayatın
Gitmeseydin!
Buğdayın sarısına vurup çilemizi
Geçecektik acının çağla rengi gözlerinden
Birlikte çekecektik sulardan ağı
Üstünde bizim denizin kokusu
Yüzün gözün balık pulu…!
Karadeniz’in hırçın oğlu!
Gitmeseydin
Kendimizden verecektik ülkemize
Gönlümüzden verecektik
Ömrümüzden verecektik
Bir davulun sesinde el verip halaylara
Kemençenle horona duracaktık.
Ha uşak ha…
Olmadı baştan
Tek bas tek
Kimin için
Bizim için
Ses vercekti sesimize Anadolu
Şimdi biz böyle eksik
Biz böyle yarım
Ve yaralı
Tabutunda trabzonsporun bayrağı
Sözverdi atay başkan bu yıl
Trabzonspor şampiyon
Tabutunda resmin
Gözlerin uzaklara bakıyor
Bizden olan bize dair ne varsa gözlerinde
Gözlerine kurban olduğum
Bırakıp bizi engin kederlere
Nereye böyle
Gitmeseydin!
Sevincine katılacak sevincimiz
Ak ellere yakılacak kınamız
Sevdiğine giydireceğimiz gelinliğimiz vardı…
Ey mavinin karaya döndüğü deli deniz
Oğlumuzu verdik sularına
Sularındaki kara matemimiz…
Şimdi bir ustura sessizliğindeyse acımız
Ve böyle mahşer yeriyse yüreklerimiz
Bilki ölüm küçük Kazım büyük diyedir…

aşk barışın annesi

Ben seni yazdığımda kelimelerim kusur kalır…
Ben seni yazdığımda bütün şarkılar kederli…
Elzem kapımda köpek…
Ben seni yazdığımda ellerim tutuk… Nutkum kilitli…
Sessizlik alıp götürür…
Seni düşündüğüm de istenmemişliğim bir bıçak tenimde…
Ben seni yazdığımda sana nasıl sesleneceğim muamma…

Ben seni yazdığım da kendimi bilmezliğim başıma bela…
Davulun dengi dengine çaldığı bu coğrafyada
Coğrafyasız bir çobanım belki… Kavalımın deliği eksik…
Ben seni yazdığımda kadehimde ucuz şarap…
Masanın üstünde devlet ve devrim…
Kapıda asılı ceketim…
Duvarda Kazım’ın resmi… Yanında Allah’ın ismi…
Odamdaki her şey seni yazdığıma tanık…

Ben seni yazdığımda aşk eski bir söylence…
Bütün kapılar barışa açılır… bütün dallarda erguvani bir bahar...
Dağılır kasvet bütün sular ve bulutlar mavi..
Ben seni yazdığımda aşk barışın annesi..
Yeryüzü sana ve aşka minnettar…

Özgürlük Üzre Sataşmalar

""İnsan özgür olmadan mutlu olamaz”" Dante
Sanırım Dante nin bunu söylediği zamanlar, özgürlük çokta kavramsallaşmış bir olgu değildi.
Tıpkı mutluluk gibi..
Öncelikle mutluluğu tanımlayabilmek gerekiyor.
Anlık olan çoşkulanmaların ve sevinçlerin karşılığı olsa gerek diye düşünüyorum mutluluğu.. Ve anlık olan her şey aptallık olarak geliyor bana.
Yaşadığımız hayatı güzellerken, kendimi gerçeğin çölünde benim gibi düşünenlerle beraber bir vahayı ararken görüyorum...
Belkide bende mutluluğun karşılığı o vaha dır.
Bildik ve bilinmedik bütün kederleri yüreğinde yaşayabilen bizler..
Kendimizin acıları kadar herkesin acılarına ortak olan bizler...
Yaşadığımız dünyayı güzelleştirmek için kendimizden veren bizler...
Mutluluk gözetmeksizin bunları yaptık ve açıkçası mutlu olup olmadığımızı kendimize sormak için vakit bulamadık o hengamenin içersinde...
Mutlu olup olmadığını bilen insan özgürmüdür diye sorarsanız cevabım evet olur buna...
Özgürlük nesnelliği kavrayıp onu aşmak noktasında adım atabilmek ve irade göstermektir..
Bu irade ve cüreti gösteren kişi de demin bahsi geçen çöldeki vahaya yaklaşır adım adım...
Ama bir gerçek daha varki gerçeğin çıplak çölünde bahsi geçen vaha, bizden evvel oralarda dolananların gördüğü bir seraptan ibarette olabilir.
Dante mi? canı cehenneme!
Ben mutluluğu aramadan da özgürleşebiliyorum kendi içimde ve biliyorum özgürlük bir çoklarının sandığı gibi pekte naif bişey değil öyle ...

O baharın umudu da olmasa

sephidi'ye
Ne çok seveceğimiz insan olacak hayatlarımızda ne çok özleyeceğimiz...
Ve belki senin gibi belki binlerce kez bunu sadece kendimize söyleyeceğiz.
Herşeyin irin bağladığı zamanlardayız cuma...
aşkların parayla alınıp satıldığı, vefanın kirletildiği bir çağdayız.
Çağdaşı olduğumuz çağın omuzlarımızı acıtması bundan... Öksüz olmamız ve aşağılanan eşcinselleri anlıyabilmemiz bundan belkide...
Ne kadar temzidi o zamanlar kağıtlarımız ve yüreklerimizden dökülen sözcüklerimiz ne kadar içten...
Sanki dün gibi annelerimizin bizi azarladığı o sabah saatleri, bu kadar çabuk yüzmü yıkanırmış diye.
Ve dünden daha yakın lise dönemlerimizde biçim değiştiren azarlar.
-ne yapıyorsun bu kadar uzun sürede banyoda diye... Annelerimiz ne bilsin ergen çağlarımızla beraber bu bezirgan saltanatının bizlere yeni yüzler verdiğini ve artık birden fazla yüzümüz olduğunu.
Önce puşt yüzünü onra yalancı yüzünü sonra dost yüzünü, insan yüzünü... yıka ha yıka ..
Ah benim annem bir bilesen ne kadar çok yüz ! verdiler bize Yıka yıka bitermi...
Can kardeşim benim...
Şimdilerde sevgilinin teninden daha cazip geliyor kitaplar.. Şimdilerde yepyeni sözcüklere açılıyor ömrümüz...
Biz yenildik sözcüklerimizin bittiği yerde...
Şimdilerde sizler kederlerinizle acılarınızla ama illada o gülen gözlerinizle ve inatla tekleştirdiğiniz yüzlerinizle yeniden ışık oluyorsunuz önümüze...
Ne çok öğreniyoruz sizlerden bir bilsen..
Biz yenildik sözcüklerimizin bittiği yerde...
ve sizler yeni sözcüklerin ilk sahipleri olacaksınız belkide... ve sizin sözcükleriniz kazanacak....
ve sizin söcükleriniz kutlu... ivedi ... içten...
cumaskimi!
canıma kattığım güzel yüzlüm gülen gözlüm...
ne güzel bir şey sana unutturulmak istenen bir dille kardeşim diye seslenebilmek.
çok acıyacak belki canın...
çok kanırtacaklar belki seni daha...
buldum derken yitirmelerin çok olacak...
ama hepsinden yeni yeni şeyler öğreneceksin...
ve öğreneceksin sende aşkın aslında ömrümüzün bileşkesi olduğunu ve ondan böyle kalabalık ve kabarık durduğunu....
cumaskimi,kalemin ne güzel yakışıyor eline ve nede içten sesleniyor bize...
tatlı bir tedirginlik var her satırında...
ne güzel seçmişsin bizler için o kelimeleri...
Biz ne yazsan beğeniriz ya yinede imrendiğin üstüne düştüğün nasılda belli...
ömrünün her saniyesine imren abicim ..
ve kıskan onu sonu olan bu hayattan...Kendine katlanamadığın saatlerde şiirin ağız kokusunu çek sadece... O seni elinden tutup çıkaracaktır düze...
Umut'um umut tohumları ektin yüreğime ve ben üşenmeden unutmadan sıkılmadan suluyorum onu her gün yeniden.. çiçeğe duracağın bahara az kaldı...
Zaten O baharın umududa olmasa bu dünyanın çekilebilir bir hali kalmadı...

Kardeşim Yakup'a

Ahir zamanlardayız Cuma…
bizden olanın ve olmayanın, at izi ile it izinin karıştığı zamanlardayız…
Sırtımızda karanlığa sürüklenen dünyamızı aydınlatacak güneşi taşıyoruz
sırtımızda dünyanın yükü ….
Dolanmasa da ayaklarımız, bu yüke sebep çarpık artık bacaklarımız…
Orada ölümü kutsuyorlar,
Çıkınımızda ki sevi ve kardeşlik bir müddet daha bize kalacak gibi…
Yine de hâla hayatın ateş renkli kelebekleri devam ediyor umudu güzellemeye...
Unutulmuş unutturulmuş ne varsa anımsamak ve anımsatmak zamanı şimdi…
İsrafil'in üflediği surr bizim içinde öter bir gün
Suçtur umutsuzluğa kapılmak
Çünkü bütün kanamalar umuttan hala

Kardeşim Cansu'ya

şimdi yeni sözcükler lazım bize...
daha önce kimsenin bilmediği renkleri bulmuş kadar coşkulu bir hal ile tarif etmeliyiz bu hayatı...
insanların mutsuz olmak için milyonlarca neden bulabildiği bu dünyada mutlu olabilmelerinin tek koşunu göstermeliyiz onlara...
heyhattt...
bak işte yalanlara, yanlışlara inat doğruda ayak direyen çocukları var devrimin...
aşkın ve emeğin yılmaz havarileri...
çıkınları umutla dolu...
donkişot'u yad ediyorlar her biraraya gelişlerinde...
onlar için kurulan darağaçlarına dönüp sırtlarını el veriyorlar eşitliğe ve kardeşliğe...
üleşmek için bir düşü merhaba dedim sana...
sıcak çay eşliğinde yitip giden saaatler neler kattı bize değil mi?
nefes almak değilmiş hayatın kendisi... hayat ona yeni bir soluk katabilmekmiş...
deştik içimizdeki gurbeti, masamızda vuslat oldu sözcükler...
iyi geldik birbirimize...
şimdi elele iyi geleceğiz bu hayata...
şimdi bizim dışımızdaki insanlara iyi gelme sırası bizde...
ablasın artık...
ve hayat sahipsiz bir çocuk, tut elinden, sil pasak içindeki yüzünü...
darda olduğunda canın acıdığında kendini yalnız hissetiğinde bir ağabeyin var bunu sakın unutma

umut en olmadık zamanda ricata çekildi

Ölü mü güzelliyorum şimdilerde...
Sözcükler arıyorum kimselerin daha önce duymadığı... İçimde ki yalnızlık bana yarenlik ediyor, sanrılardan kanılara ulaşmak için çıktığım bu yolda...
Bir senin sesin lazım oysa bana...
Eski alışkanlıklarım rahat bırakmıyor beni...
Satırlarıma yeniden sevgilim diye başlamak istiyorum... Şiirlerime bakıyorum, ne kadar çirkinde olsalar benim çocuklarım onlar... Yakıp atmaya el vermiyor yüreğim.. Şiirlerimi seviyorum, ama seni daha çok seviyorum...
Sokaktaydım dün gece...
Çiğ düşünce üstüme dalında son gününü yaşayan bir gül gibi sızladı içim...
Güle kederlendim, güne kederlendiğim kadar...
Sokakları adımladım 43 numara ayaklarımla, ayaklarımı bastığım yerde bir çığlık..
Bir adım daha diye...Ne menem bişeymiş hasretlik...
Ve ömrümüz hasretlikler toplamı...
Bir kürtçe, bir lazca, bir türkçe...
Oysa daha çok dilde söylemeliyim seni seviyorum diye...
Bir kürtçe, bir türkçe..
Oysa daha çok dilde sövmeliyim seni özleten bu geceye...
Ölü mü güzelliyorum şimdilerde...
Sözcükler arıyorum kimselerin daha önce duymadığı... Çünkü umut en olmadık zamanda ricata çekildi...

Siz Hiç Hiç Oldunuz mu

Acının kınından çekildiği saatlerde,
İşte orada yanıyor Ortadoğu...
Alev alev her yer…
Çocuklar kopan kolların ve bacakların arasında büyüyor…
Ölüm yağıyor evlerin üzerine
Uçaklar çocukken el salladığımız uçaklar değiller artık
Uçaklar Auschwitz’e insan taşıyan trenler kadar çirkin.
İsrail Devlet Başkanı Moşe Katsav, 28 Ocak, 2005 tarihinde Auschwitz’te yapılan anma etkinliğinde
'burada kurbanların küllerinin üzerinde yürüyormuşçasına ürperiyorum, demişti... 60 yıl geçmişti üzerinden
Ve Moşe Katsav ''sanki hala ölenlerin sesini duyabilecek gibiyiz'' diyordu...
Acının kınından çekildiği saatlerde,
İşte orada yanıyor Ortadoğu...
Parçalanmış çocuk bedenlerinin fotoğrafları dolaşmakta, çağımızın modern çöplüğü internette…
Bakamadığımız, baktığımızda içimizin dağlandığı…
Bir yanım Filistin’de…
Küçük generallerin ellerindeki koca taşlar olmak ve dövmek istiyorum İsrail tanklarının gövdesini..
Bir yanım Felluce’de... Hiç girmediğim camileri görmek istiyorum...
Yalan söylediler bütün dünyanın gözlerinin önünde... nükleer dediler.. silah dediler.. Özgürlük götüreceğiz dediler...
Kan Ölüm ve işkence götürdüler... Kutularını açtılar, umut yoktu kutunun içinde...
Bilânço takip edilemez bir hal aldı... Orada ölüler rakamlardan ibaret artık... Günlük matematiksel bir olgu halini aldı...
Özgürlük götüreceğiz dedi oğul bush… Coşkuyla devrildi diktatörün heykelleri… Yıkılan heykellerin altında kaldı özgürlük...
Özgürlük oradaki çocuklar için sokakta bombaların patlamaması belki... Belki üniformalı birileri ile karşılaşmamak...
Özgürlük oradaki çocuklar için uzuvlarının eksik olmaması belki…
Belki… Özgürlük onlar için okula gitmek ve Uzak Asya’da yaşıtları olan çocukların yaptığı bir topun arkasından bir çift ayakla koşturabilmek…
Acının kınından çekildiği saatlerde,
İşte orada yanıyor Ortadoğu..
Şemsiye olmak geliyor içimden…
Ölüm yağıyor okulların hastanelerin üzerine ve insanlar ‘’hiç’’in kayıtsızlığı ile seyrediyorlar her şeyi.
Tarifle yemiyorum bu seyredişi. ‘’Karı-Koca’’ kavgası sanki… Kadının zayıf olduğunu, kaybedeceğini bilirsin ama karışmazsın yinede… Sana öğretmişlerdir çünkü ‘karı ile koca arasına yılan bile girmez diye’
İsrail boğazlıyor Filistin’i seyrediyor bütün dünya…
Kapitalizm günlük ifalarımızla yer bulurken hayatlarımızda…
Gündelik telaşemiz içerisinde neler yitip gidiyor içimizden. En son ne zaman özlediğimizi hissettik…
En son ne zaman dokunduk sokakta gördüğümüz O çocuğun kıvırcık saçlarına…
Oturup seyrettik mi oyunlarını, onlar gibi olmayı isteyerek…
İnsan ömrü ile senelerce evveldi…
Güneşin vakti ile mikroskobik bir zaman…
Ruanda bizden çok uzakta…
Buldozerlerin açtıkları çukurları siyah tenli insanlarla doldurdular…
Haber saatinde kahvede çay içmekteydik tüm sıradanlığımızla…
Duyarlılığımız… Bizim olan ve acıtan, acıtan, acıtan…
O an bir yaradır bedeninde Ruanda..
Ne Hutu’ sundur oysa nede Tutsi…
Anadolu’da herhangi bir çadırda doğan bir Türk ya da Kürt yahut Ermeni, Laz…
Anadolu’da doğmuşsundur ve beyazdır Anadolu.
Ruanda kara…
Dünyanın sürüklendiği yerden de kara…
Ve yeryüzünün mega süper gücü pişkince açıklar, ‘engelleyemedik soykırımı’
Yalan söylemenin de bir adabı var derdi babam…
Babamın öğrettiklerine benzemiyor dünya…
Bir aşkın güncesinde izdüşümüydü sözcüklerim…
Güzeldi…
İçtendi…
İnsandı…
Sonra yaz ortasında kar, fırtına…
‘bir aşkın kar yağışından geliyorum’
Sırtımda acılarım kucağımda umutlarım vardı…
‘‘Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, “bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ” diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.’’halklarımın yazgısı…
Abbas Hemani… Kurşunlanan bedeninde barut koktu düşlerimiz… Yanan bedeninde kardeşliğimiz tutuştu…
Coğrafyam insan eti koktu…
Abbas Hemani tanımadığım kardeşimdi, rüyalarımın ortağı… Gecenin en karanlık yerinde bana uzanan bir el şimdi…
Barışın eli…
O eli görenler çoğaldıkça değişecek halklarımızın yazgısı…
Yalvarıyor Yılmaz Erdoğan…
Durdurun diyor bu kanı…
Histerik çığlıklar içersinde militarizm yanlıları…
Ölüleri ve ölümleri kutsuyorlar…
Ölüleri ve ölümleri bile sınıflandırıyorlar…
Çokta bulamıyorum yazıda kendimi…
Sözlerin yuvarlak olanını sevmedim oldum olası…
Mülkiyet ne çok şeyi alıp götürüyor insandan…
O artık eski Yılmaz değil kaybedecek bir şeyleri var…
Ve kaybedeceklerine karşılık teslim olan sözcükleri… O yalnızca bir başkasının kendisini sevebilme ihtimalini seviyor… ve sevmiyor kaybetme ‘ihtimalini’…
Ama tutacak bir yerleri var yinede…
Yalvarıyor Yılmaz Erdoğan… Aczi yet içersinde…
Histerik bir çığlık dolanıyor semalarımda… ‘‘Böldürtmeyeceğiz’’
Ape Musa’nın sözcükleri geliyor aklıma.
‘‘Vatan hıyar ki biz onu bölek’’.
Histerik bir çığlık dolanıyor semalarımda…
Kulaklarımı kapıyorum ellerimle…
Kan geliyor kulaklarımdan…
Coğrafyanın öte tarafı fırtına boran…
Coğrafyanın öte tarafında her yer kırmızı
ekmeğin tadı kekremsi.. su acı…
Çocuklar bizim olan çocuklarımız tek göz odalarda büyüyorlar ve gecenin bir yarısı onlar için anlamı olmayan iniltilerle doluyor oda…
Anne ve baba farkına bile varmadan yaşıyorlar, yaşadıklarını…
En anlamlı dokunuşlar gereksiz bir şiirin içinde yitip giden o canım imgeye benziyor…
Coğrafyanın öte tarafı’nda aşk bile eksik ve saklı yaşanıyor…
Coğrafyanın öte tarafı mayınlarla döşeli…
Coğrafyanın öte tarafında Her an yanabilir eviniz.
Ya da bir sınır karakolunda bok dolu bir kaşık zorla dayanabilir ağzınıza…
İnsana dair hiçbir şey kalmamıştır o dakika itibari ile…
Ve yoktur soba borusundan ya da su bardağından bir farkınız… Eşyanın dünyasında yitip gidecek olan ‘’şey’’sinizdir artık…
Beyrut’a sızlayan yüreğim Amed’e de sızlıyor…
Beyrut’ta yanan ateş Amed’i de yakıyor…
Çocukları Beyrut’un kara gözlü ela gözlü, ne kadar da Amed'e benziyor…
Ve biz seyrettikçe o gözlerin altında insanlığımız eriyor…
Vazgeçmeler ustasıyım…
Herkes benim vazgeçtiğimi sanıyor...
Evet vazgeçiyorum hayatın bu halinden…
Değiştirmek gayreti var olandan vazgeçmek değil midir? Değiştirmek gayreti olanı yok etmek teşebbüsü değil midir? Yüksek sesle soruyorum bilen birileri söylesin bana vazgeçen ben miyim, vazgeçen biz miyiz gerçekten...
Tarih babasız bir çocuk gibi dururken karşımızda izleyelim mi sessiz ve kayıtsız bir bakışla…
Tarih yaralı bir ceylan gibi bakarken gözlerimize biz hiçleşelim mi?
Dibe vurup hiçleşeceğimiz ve her şeyi yeniden hiçten var edeceğimiz o güne çok var mı daha?
‘‘Siz gerçekten hiç ‘’hiç’’ oldunuz mu?’’