Dağların Oğluyum

Ben ki kurtların ve kuşların kol gezdiği dağların oğluyum
Boğdu beni şehirleriniz!
Her soru bir cehennem
Bunaldım!
Küllerim kaldı
Rüzgarla savrulan!

Benki göğsüne tüfekler çatılmış dağların oğluyum
Yüreğimde sümbüller kardelenler
Kuruttunuz çiçeklerimi!
Cinayet kokuyor caddeleriniz
Ölümü soluyup her gün ve gece
Hayata uyanıyorum yeniden!
Yengilerden de geçtim yenilgilerden de
Tükkettiğiniz ömrümü,
Sizin olsun diyorum
Biriktirdiğim ne varsa!

Benki ucundan kardeşlerimin tuttuğu dağların oğluyum
Utanmadım koynunda uyurken
Pınarlarında a-bı hayat
Her düşende başka bir türkü öğrendim..
Türküledim de kentlerinizi
Siz yüreklerinizi türküye kapattınız!
Şimdi kuşandım da dağları
Dağları diyorum bir kez daha
Otağına düşlerimi kurduğum tanrıyı yani...

Haydi büyütün çocuklar
Siz büyüdükçe ve büyüttükçe.

Ben böyle kötü şair
Yazdığım iki dize yüzün suyun hürmetine!

Nasılsa biliyorsunuz siz doğruyu

Elbet vardır varacağım bir nokta.
Ve birgün benide anlar birileri.
Siz gerçeksiniz
Beni yalan ısırdı.
Siz güzelsiniz
Ben ise en çirkin.

Hadi anlatın
Sorular sorun bana,
Cevabını bir tek sizin bildiğiniz.
Beni dinlemesenizde olur.
Ne önemi var ki ne söylediğimin
Nasılsa biliyorsunuz siz doğruyu.

Ben akşamdan alışkınım karanlığa
Gidişlerinizi örtün üstüme
Korkmuyorum nasılsa karanlıktan.
Ve siz güneşle beraber gidiyorsunuz!

Kenevir kokuyor ellerim
Annemin dilinde bir türkü söylerim
Keder ilişir soluğuma
Ve elbet asılır suratım.
Unuttuğum doğrudur
Belki gidişinizi de unuturum

Seni en çok annem kıskanır!

Kesik ve ince soluğun eşlik ediyor incesaza.
Seviştik
Değiştirdik anlamları ve renkleri.
Dudaklarım nasılda yakışıyor tenine
Dudaklarımın değdiği yerde bir yaban kırmızı,
Yeniliyor yersiz hırçınlığın
Yeniliyor öfken…
Biz seninle
Şiir, şarkı yahut bir öykü değiliz sevgilim.
Biz seninle gerçeğin iki iklimi
Kurgusu doğaç bir film!
Ve nihayet, nihayetinde bittiği an.
Bitmenin, bitmekten korktuğu o uzak duygusu!
Kahverengi gözlerinde ikircikli ışıltı!
Seviştik ve koktuk!
Ne zaman koksak birbirimizden
Yan odada çiçekler kıskanır.
İçime işliyor ince saz
Sen içindekini tenime çiziyorsun.
Dokunduğun yerde büyüyorsun
Ve hayat nasıl da küçülüyor parmak uçlarında!
Şeylerin şeydadan beslendiği gecede
Sebeplerin sebepsiz kaldığı uykulardayım!
uyandır beni!
Uyumak yarı ölmektir sevgilim
çıplaksın
Ve gecemi giydirebilir senin kadın kokun!
Şimdi öpsem memelerini
Seni en çok annem kıskanır!

Diego'ya

ben sana kol olurum
günün karanlıktan kurtulacağı sabahlar için
sabahlar için dövüşüyor bir dünya!
eline silah olurum
benim dilim başka
senin dilin başka
ben sana dil olurum!
meramını türkçe anlat diye
büyüttüğümüz bir gül
sana sarı kokar
bana kırmızı!
ne önemi var renklerin
vatansızım!
Seninle arjantinli
marcosla venezüella
unutmadım brezilya brezilya ve şiliyi!
ben sana şarkı olurum
birde benim ağzımla söyle kazanacağımızı
senin annene benziyor annem
annene anne derim
annem üzerine titrer
mahpussan sigaranı taşır
kirlilerini koklar!
aynı açlık besliyorsa öfkemizi
açlığına ortak olurum
acına kardeş!
kardeşim;
Şimdi bir dünya
yarın başka
başka olacak elbet bu dünya
biz söyleyeceğiz
önce kan susacak
sonra açlık
arjantin öpecek türkiyeyi ağzından
biz söyleyeceğiz
nefret sevginin kıyısında kesecek bileklerini
aşk kokacak dünya
bir kez daha
ve... senin dilinde!
OTRA MUNDO ES POSSIDLE

babamın günahlarının bana yazıldığı yerdeyim

l
Sen salla kalçalarını
Tırnaklarının dibi kirli bir şair
Yazacak kalçalarındaki ahengi
Ve onun şiirinde Araf
Ya cennetin berisinde
Ya cehennemin ötesinde
Ama artık arada değil.
ll
Sonumuzun yeni bir başlangıca denk geldiği
Ve şu hali ile sadece balıkların mutlu olduğu bu dünyada
Sen salla kalçalarını
Kalçalarınla beraber sallansın dünya
Yüzümün suya değdiği, babamın günahlarının bana yazıldığı yerdeyim.
Döngünün kısır olduğu, dönenin lanetlendiği bir iklimde.
Ve kişi kendini muhakkak bilecektir o yerde…
lll
Bölündüğümüz, böldüğümüz…
suratlarımıza iniyor gerçeğimiz,
gerçekliğimiz. !
Bir sarhoşun canımızı acıttığı,
tadımızın rakıya karıştığı
Söz verdiğim bu yerdeyim.
metaforların kaybolduğu bu akşam…
Bu akşam
sen salla kalçalarını
kalçarına eşlik etsin zaman
lV
dudaklarını gömmüş de intiharın memelerine,
kasıklarından soluyor hayatı…
Bıyıklarında kehribar kokusu
senin günahlarını giyiniyor bir şair!
masasında ölü bir balık, mutluluktan gözleri kapalı!

Ağartıp üstümdeki kokunu, Kefenimi paklayacağım!

1
Oysa sıyrılsam keşkelerimden
Bende sizler kadar özgür olabilirim…
Sefaleti var birde sevgimin.
Dünyaya kök salamayacak kadar sefilim!
Olmadım daha
Belki bir kaç vakit daha olamayacağım!
Acemiyim seni yazarken,
Pabuçlarına şiir yazacak kadar şair olmadım daha!
Ahdımı al, güvensizliğinle harmanla…
Kentini sahipsiz bir köpek gibi üstüme sal
2
Sal beni,
Nereye istersem oraya
Ne zaman istersem o zaman
Nerede istersem orada!
Beni başka topraklara sür kadın…
Vatansızım nasılsa
Ne önemi var nerede öldüğümün!
3
Haydi, çöz ayağımdaki zincirleri…
Küfrünü sırtıma vur!
Bu İstanbul ki
Göğsünden her akşam vapurlarla geçtiğin.
Kanatıp ayaklarımla istanbul'unu
Başka kentlere yürüyeceğim!
Bir İzmir bulacağım kendime
İsmi kara olsa da göğü mavi bir Ankara!
Gitmek bir ucu karanlık,
Bir ucu aydınlık !
Bir ağrı şakaklarımda…
Kendimden utanmasam patlatacağım beynimi
4
Beyhude günler
Günler sana abanıyor,
Bacaklarının arasında bir yangın
Kasıkların terlemiş…
Karnında gecemin sancısı,
Bu sabah güneşi sen doğuracaksın…
5
Bu sabah sen bir rüzgârsın
Hasadın fırtına olacak!
Uragan!
Yağmur getiren!
Bir başkasının fırtınası!
Öfkeli bir yağmurum şimdi,
Damarlarım boşalacak sokaklarına…
Senin adımladığın sokaklarda benim ismim kanayacak!

6
Şimdi içtiğimizin zehridir aklımızı kışkırtan
Ağartıp üstümdeki kokunu
Kefenimi paklayacağım!
bu sabah tanrının en sevimsiz meleği sensin
ve ben yıkandım!
iki dirhem bir çekirdek hazırım ölmeye!
Yeni bir hayat için!
Yenilmediğim ve yenilmeyeceğim!

Şimdi Biz seviştik Seninle

Arka bir oda,
Çarşafsız bir yatak, temiz değil, kirli de denmez…
Yatağın içinde sen varsın, yanı başında ben…
Gözlerim kapalı, gözlerim seninle beraberken hep kapalı…
Oysa bir bilsen ben…
Ben ne de çok güvenirim kendime!
Neye benzetsem, eksik kalacak bir esrikle kokuyorsun burnuma…
Ellerin bir yağmurun ılıklığı ile dokunuyor.
Dalından kopan bir yaprak gibi
Devletle ilk defa karşılaşan bir çocuk gibi,
Ölümün kıyısına kadar gelip, ölmemek isteyen bir komünist gibi titriyorum.
Neye dokunduğunun, ne kadar dokunduğunu biliyorsun…
Dokundukça sen,
bir bilsen bir bilsen ne kadar da büyüyorsun!
Bulutlara değiyor başım…
Açlıkla öpüyorsun göğsümü, ince bir sızı kopuyor içimde…
ne kadar da özlemişim.
Öptüğün yerde sensiz zamanın laneti ölüyor…
Öptüğün yerde, vuslatın yanakları bu kadar geciktiği için kızarıyor.
Bir başlamak filizleniyor, ışıklı ve ince.
Bir başlamak ikimizin de bilmediği bir gerçeklikte…
Dudaklarım artık başka bir dünyayı söylüyor…
Dudaklarım bunca zaman küfre değdiği için utanıyor!
Kadınım;
Biz ne çok eksik kalmışız,
Hasret boyumuzdan uzun,
Ömrümüz gecemizden kısa…
Şimdi ağlasam yılların bizden alıp götürdüğüne,
Yılların kahrını sırtıma yüklesem ezilir miyim altında?
Masamın üstünde unuttuğun gül,
Ne kırmızı ne sarı….
Yani bugün ve yarın…
Yani aşk ve ayrılık, ihanet ve sadakat…
Bir gül masamın üzerinde…
Senden sonra bana kokmuyor!
Şimdi biz seviştik seninle
Islaklığına ve sıcaklığına karıştım,
Sen kadındın bense hiç olmadığım kadar erkek!
Hiç olmadığım kadar ölümlü!
Şimdi biz seviştik seninle
İçinde bir dünya gizliydi, dokunduğumda elimin tutuştuğu
Yandığım ve yanıldığım
Kandığım, kanmaktan korkmadığım!
Sonunu bildiğim bir film
Artistlerden ve aktristlerden daha iyi oynadığım ama yok sayıldığım,
Biliyorum sadece figürandım!
Kadınım;
Bir ah büyüttüm içimde
Ahe’den öykündüğüm
Bir ah ki en çokta seni yok bildiğim ve yokluğunu kanıksadığım o rezil günlere!
Senden sonra da aynıydı hayatım!
“Hayale aldandım bir düşe kandım”
Öykündüğüm şairleri öldürürken kendi elimle
Ölebilirdim bir barikatın başında
Ya da senden önce ve senden sonra seviştiğim açlığın, kollarında…
Ölebilirdim hiç bitiremediğim bir şiirin kıyısında
Bir dağın yamacında ya da bir çıkmaz sokakta…
Kaldığım izbe odalarda,
Sahipsiz bulvarlarda,
Yattığım bir öğlen uykusunda, yani senli ya da sensiz bir rüyada
Ölebilirdim!
Şimdi bakıyorum da geldiğim şu yere
ben bir tek nedenden inat ettim,
Ölmedim sevgilim!
Ölmedim!
Ölürken avucumu avucun doldursun diye!

Usulca dokunacak gerçeğin arterine

l
Yorgunum, uyumadım
Parmaklarımın ucunda önemsizliğimin kanı
Tanıktım hep sanık bilindiğim günlerde
Prensessiz,
Prenssiz,
Keloğlanın bir başka masala sürüldüğü
Yani güzelin olmadığı
Yani bize kötünün düştüğü
Düştüğüm yerde isminin bittiği
O yer, o karanlık, o cehennem…
Geldim…
Şimdi beni ar damarında sakla!
Çatlarsan kanımla vereceğim rengimi şafaklara
Kahrımdan susacak bülbüller
Ve ismine
En çok senin ismine yakışan
Bülbülün kanından beslenen
Ama türküsüne değer biçmeyen ve kahrını yok sayan.
Gül!
Solacaktır elbet bir gün utancından!

ll
O ki Şah diyenin canını taştan çok yakmıştır,
Şimdi Şah’ın bahçesinde yitirmiştir kokusunu!
Niyazımda eşkıyanın nal izleri,
Pirimin teninde gül yarası
Birileri not alsın bu günleri
Yenildik sansalar da
Ricat bu kalbim,
Sen herkesten sakın ve sakla gözyaşını!

lll
Unutturulmuş bir dilin bağrından
Bir rüyanın yalancı yarısından
Ve güne yürüyen çocukların arasından
Geldim!
Dediler ki
İsmini mavi bir atlasa yazacaklar
Mürekkebi kırmızı!
Biliyorum kendimi,
Ben bir ülke değilim sevgilim…
Ruhumuz metafizik, rengimiz gri
Bir yanımız karanlık yani, bir yanımız aydınlık!
Ahengi yok sabahlarımın…
Onca kahramanın ve kötünün arasında figürandım

lV
Acı olan her şeyin
Bir sözün, bir sazın
Gözüme değmeyen gözün
Eksilen yarım, artan yalnızlığın…
Geldim!
Unuttuklarını anlatacaktım bir kez daha
Akşamına saklanıp şiirler yazacaktım
Sen gerçeğe tutkunsun sevgilim,
Ben masallara inanan bir budala.
Sen yetişkinsin ve kanmıyorsun yazdıklarıma!
Anlatabilirim dilimin döndüğü kadar,
Ekmeği ve açlığı, aşkı ve aşksızlığı.
Sana anlatmaya gücüm yetmiyor.
Ne ki, kendimi bildiğim
Bak bütün bildiklerim kanıyor
Bu gece hece hece tüketeceğim kendimi
Yüreğimin alazında su verdiğim bir bıçak
Usulca dokunacak gerçeğin arterine
Ölecek bir masal kahramanı, bir kötü şair ölecek
İsmini mavi bir atlasa yazacaklar
Yasını annem tutacak!

Sana Tanrıyla beraber yeniliyorum!

Ben içimde tanrıyı ağırlarım
Tanrı yalnızlığıma öykünür
İnkarı olmadım kendimin
Yalnızlığıma tanrıyı da katmadım
Dağlıydım
Kentlerin karanlığında dağıldım
Oranda saklı bütün gerçeğim
Gerçeği bir tek sen biliyorsun
Şimdi sen beni
Bilmediklerimle sorgula
Anlamını bulamadığım, anlamlandıramadığım,
Aslında kazanan ama aşk ile müttefik olan
Yani kazansa da hep kaybeden bir adam!
İnanmadığım tanrının en çok kıskandığı sen!
Sen şimdi yalnızlığınla dokun benim yalnızlığıma
Kanırtıp yaramı seyret,
Gürültüyle akıyor kanım
Şimdi sen beni geçmişle yargıla
Unutmadığım, unutamadığım hatıralarımla!
O kadar ki kendimim
Kendimi sözcüklerinle zehirleyebilirim!
Anlatabilirim sana
Dün akşam, akşamla nasıl seviştiğimi
Terini ve tenini öptüm
Dudaklarımda tuz kokusu
Korktum!
Şimdi sen korkularını sorgula
Her sorunun bir cevabı var
Cevabı sende olan sorularını sor bana!
İnanmadığın tanrı ile ittifaka zorlarken beni
Cehennemin kapılarını tuttum,
Şah’ın Gül’üne ateş değmesin diye!
Sana Tanrıyla beraber yeniliyorum!

uyandığımız sabahları seninle giydireceğim

Ne ki oldu o ki iyidir!
ve yıllar dökünce eteğindeki taşları
susar şehr-i şahane...
susmak en çok ona yakışır!

ne ki oldu o ki iyidir!
kapattığımda gözlerimi
senin yüzün çiçek,
senin yüzün mevsimlerin beşincisi,
kimsenin ıslanmadığı yağmurlar,
ismi olmayan renkler,
ve en çok tanrının kıskandığı,
bana büyüttün!
büyüttüğün güller
günlerime rengini veriyor şimdi
aşk ses verir uzaklardan...
yorgun bir kaos sıfırı zorlar,
sıfırın altında yeni bir hayat
yeni bir hayata başlayalım birlikte!

ne ki oldu o ki iyidir!
ben kendimi bildim de geldim
elimi koyup kalbimin üzerine
seni dağlara benzettim
dağlar kadar sevdim seni
kürdüm
dağlar en çok beni sevdi!
rüzgar oldum kadın
kokunu taşıdım kentlerin is kokan uykularına...
yaşadığım her şehir seni kokuyorsa
ve her sokağında ismini fısıldıyorsam bir sır gibi
seni dağlara, dağları sana benzettiğim
seni yasak sevdiğim içindir!

ne ki oldu o ki iyidir!
bugün çirkin olan yarın güzel olacak
uyuyup uyandığımızda
uyandığımız sabahları seninle giydireceğim
sonra sesini öğrenecek herkes
seni bilecek...
sen ki en güzelsin,
en çok tanrının kıskandığı,
çirkin olan herşeyi seninle güzelleyeceğim!

Dağları yazmak istiyorum kadın

Dağları yazmak istiyorum kadın
Göğsünde tüfek gürültüsü,
Gül yüzlü çocukları yurdumun...
Senin dilin yok
Senin ülken olmadı...
Sağrısında yeryüzünün
Yüzün kadar sert geçti tarihin
Bir bıçağın sırtında yaşadın
Ateştin,
Önce kendini yaktın!

Dağları yazmak istiyorum kadın
Sen söyledikçe sözünü
İçimde dilsiz bir aşkıya
Hırçın ve kavgacı!
Öfkem küllerinde arıyor kavını,
Seninle beraber yanacağım!
Giderken sen, bin parçaydım
Her parçamda bir küfür!
Küfrümü günlere böldüm!
Terbiyeden yoksun bir gecekondu delikanlısıyım!

Dağları yazmak istiyorum kadın,
Mahpus babamı, ekmeksiz çocukluğumu!
Naylon pabuçlarla büyüdüm
Annem el kapısında hizmetçi!
Unutmadım aç uyuduğum geceleri
Şimdi şiirim incelmiyorsa
Ve hoyratsa dilim hala
Bilmiyorsam "kendimin değerini"
Benim arkamda bıraktığım yoksulluk bir başka çocuğun çocukluğunu yediği içindir!

Dağları yazmak istiyorum kadın
Senin korktuğun adımlarım,
Asfalta yabancı, taşa ve toprağa kardeş!
Geçtiğim yerlerde ayak izim
İzini bırakıyorum geçmişimin!
Dağların mührünü basıyorum kentlerin yüzüne,
Memelerinde bir işçinin diş izleri
Gün gelecek benim türkülerimi söyleyecek bu şehir!

Sordun; Söyledim…

Sordun;
Söyledim…
Şiir bu !
Kah hasrettir mürekkebi
Kah vuslat!
Sordun
Söyledim…
Çok zaman geçti
Gülleri unuttum
Unuttum Erzincan yolunu
Ne bir koy buldum kendime, ne de bir koyun!
Önümde günlerin tortusu
Ölüleri sevdim,
Kavrulmuş şakaklarında kurşun deliği!
Kan kokuyor coğrafyam,
Kussam miden bulanır!
Sordun;
Söyledim…
Çoğalmadığım doğrudur!
Ama eksilmedim hiç!
Büyüttüm sevdamı
Sevdamı kirletmedim…
Göğsümde, tam kalbimin üstünde
Onurla taşıdım türkümü!
Sordun;
Söyledim...
Parmaklarımda inci bir sızı
Üstüne koydum şiirimin!
Kaç hece, kaç harf eskide
Eskide kalanlara ağlamadım!
Daha gün daha gece
Ne güne sözüm bitti, ne geceye!
Görmediğin
Belki hiç görmeyeceğin,
Ehlilleşmedi bir yarım,
Ben hala dağlara yangınım!

Kaç soluk evveldi kaç şiir önce

Sesini özledim de geldim
Kokun da burada işte!
Bir kötü ressam çizmiş duvarlara,
Pencereden baksan bir kötü manzara..!
Bildiğin barınak,
Yada bilmediğin...
Aklıevvel zamanlarda seviştiğimiz o gecekonduya benziyor.
Hani duvarlarında Che'nin olduğu
Kapısı yok,
Sanki kayalıkların üstünde şahin yuvası
Ne farkı var şu baktığımız duvarların
Yoksulluğumuz,
Aslında bizim olmayan ama tercihen ortak olduğumuz!
Ben bıraktığın yerdeyim hala
Uslanmadı düşlerim!
Yumurta ve ekmek,
Birde makarna.
Yediğin hangi yemek daha leziz!
İçtiğin hangi sigara daha keyifli!
Geçti!
Önce günler
Sonra aylar
Ve seneler
Seneler sırtımızda bir esrikliğin kamburu
Unuttuk (mu) o ilk dokunuşu?
Acemi ve tedirgin
Şimdi dokunsam;
Ellerim,
Ellerim bir eksik hikaye!
Yarım yaşanmış ve ne zaman biteceğini kimsenin bilmediği,
Dudaklarım kile bulanmış, şiir kirli!
Artık yazmak istemiyorum bildik imgeleri
Adam! Olmaz belli ki benden
Kim bilir şair belki!
Haydi, yeni sözcükler öğret bana
Bir sevişmek başlasın!
Sen kadın ol tepeden tırnağa
Ben tepeden tırnağa erkek!
Hırçınım,
Sensiz tükettiğim her an sızım,
Sızıma soluk ol
Tenime can!
Bir sevişmek başlasın şiirime kan olan!
Kokundan yeni imgeler üreteyim kadın
Sesinden yeni şarkılar
Yazdığım ve okumadığın!
Aslında kimsenin okumadığı...
Birikmiş
Birikmiş
Birikmiş...
İçimde intiharlarla dans ederken aşk
Bu kadar özlem nerede birikmiş!
Herkesten sakladığım ismin
Düşümde büyüttüğüm yüzün mağlup!
Yaşlandım,
sahi kaç yaşındaydım kadın!
Kaç soluk evveldi
Kaç şiir önce...
Elimin yazıya yeni değdiği günlerde
çocuktum
bir tek seni yazmıştım!

Gece siyah, Şarap kırmızı, Kanım karanlık!

Git içimden kadın…
Nereye ve nasıl gittiğin hiç önemli değil!
Kanıyorum,
Gitmezsen eğer öleceğim!...
Bildiğin ben,
Bir şey kalmadı geriye bildiğinden!
Bir başka kente taşın benim içimden…
Bir ülke yazayım sana orada yaşa!
Git içimden kadın
Şiirini yazmaktan yoruldum,
Uğrak bir kederde soluklanmaktan
Ve sadece kendimle konuşmaktan,
Kendime sorular doğurmaktan yoruldum…
Ama niye?
Ama neden?
Gittiğin yolları bırakıp arkanda
Beni o yollarda bırakıp
Şehrini tasmasız üstüme saldın…
Kanadığım ve kandığım sözcüklerin cabası!
Git içimden kadın
Korkularımı kaybetmekten korkuyorum
Ve seni en çok…
En çok seni özlüyorum!
Şimdi bir vuruşluk gam ve hep hicaz!
Ah bu şarkılar
En çok seni söylüyor!
Caddeye ışık düştü…
Benim yüreğime karanlık!
Kimse görmüyor cehennemimi
Kimse anlamıyor beni!
Büyürken her gün bir ölüme
Hayat nasılda küçülüyor!
Gece siyah,
Şarap kırmızı,
Kanım karanlık!
Fecre daha çok var
Bitişime beş kaldı!

kelamı birlikte okur, birlikte yazarız bütün ayrılıkları!

yağmurları öldürdüler, kentlerin gri boğumunda
dokunduğumuz ten,kokladığımız çiçek karanlık...
el verdik,gönül verdik
göğsümüzde kör bir bıçak yarası,biz en çok o kapıda kanadık...
unuttuk mektup beklemeyi, hafta içi günleri saymayı unuttuk!
kestiğimiz saçımıza bit düştü, özlemin yüzüne utanç!
değeri yok artık kendimizden ne kadar verdiğimizin!
tutunduğumuz günlere hasret,şimdi biz bir sabrı büyütüyoruz
kelamı birlikte okuyor, birlikte yazıyoruz bütün ayrılıkları!
okuyana dokunmasada sözümüz, sözümüze aşk içerliyor!

Gittiğinle kalmıyor hiçbirşey

1
Bir şiire nereden başlanır?
Ve en çok hangi imge anlatır kaybettiklerini...
Hangi kâğıtlara sığar ki bir aşkın matemi…
2
Mevsimini bile hatırlamıyorum,
Hatırlamıyorum gününü saatini
Yenildim ve aşkta da tarihi kazanan yazıyor!
İsmini bir çiçekten almıştı,
Rengini kendi beğenmiş!
Kandığım bir rüya!
Rüyamda her mevsim çiçek!
Olurları ve olmazları
Yalanları ve yanlışları
Ama en çok kendini
Kendini sına gerçekle!
3
Yürüdüğüm yollar yolar uzarken önümde
Gitsem nereye?
Kalsam neden?
Sorular sonu gelmeyen
Sıkıldım sorulardan
Soruları soranlardan!
En çokta susarken, ölüme susadığımı hissettim.
Doğum günüme 3 kala
Şimdi kim ne söylese bu buhranın üzerine
Bil ki benim soluğumu kesecek
Saklı tut sözünü
Ya da boş ver her şeyi
Ve boş vermeyi bana da öğret
Sonra şu kahrolası duyarlılığımı alsın birileri…
Acıyan günlerin gerisinde kalsın her şey
4
Kim ne derse desin
Sen unutma nerede ne söylediğimi…
Sen unutursan sözüm kanar!
Cemre zemheri ile geldi
Bak bütün çiçekler zehirli!
Koklasam ölüm kokacağım
Dokunduğum her şey ölecek!
Koklamasam bir ömür hep bir yanım eksik!
5
Bozgun bu!
Gül ve kül karıştı birbirine…
Su ve ateş kardeş!
Tutup şimdi şiirimin elinden
Bir kez daha
Bir kez daha
Sırtına korunaklar kurmalıyım o dağın
6
Eksiktim.
Kuşların balkonumdan beslendiği o mevsimde…
Doyurduğum kuşlar kadar çoğalmak ve çoğaldıkça başka bir ben yaratmak.
Bir çiçeğe verdim gönlümü…
Artık ismi bana yasak !
Kokmaz, ama dört mevsim açar,
O açtıkça ben zemheriye tutsak!
Kuşların balkonumdan beslendiği o mevsimde
Kar örttü de her şeyi
Benim içimde kocaman bir boşluk!
Doldur dedim kendini benimle
Beni kendinle doldur
Bir cigara sardım ucu sana dokunan
7
Düş bu !
Bilmenin otoriteye ve devlete yenildiği
Yasağın inkarla tartıldığı günlerde,
Yasak bir dilde söyledim türkülerimi
Ve önce Kürtçe..
Kürtçe söyledim seni ne kadar sevdiğimi
Düşle özgür tuttum aklımı…
Paranın her şeye muktedir olduğu şu rezil günlerde
Ölüme ve paraya taparken birileri
Barışa taptım!
Bir ülke kurdum kendime
Bir uçtan bir uca aşkın renginde…
Kimliksiz ve bin dilli!
Bir ülke kurdum kendime
Kasığında saatlerimi,
Dudaklarında ömrümü üleşeceğim!
Korkmadan sevişeceğim!
8
zul olmaktan vazgeçtim!
Tedirginliğimi rehin bırakıp güle
Güne vurdum ömrümü
Akşamı seninle doldurdum
Yaşınla başladı her şey…
Yaşına dokundum, gerçekti!
Gerçekti sözcüklerin, sen gerçektin…
Bildiğim ve öğreneceğim ne varsa
ve dudağıma kardeş olan sigara, gerçekti!
Sen gerçektin
Senden geçen bütün sokaklar,
Sana aralanan bütün kapılar gerçekti!
9
Varlığımla yokluğumu iliştirip bir şiirin ucuna
Mahcup bir merhaba…
Merhaba aşka!
Varım yoğum ne varsa
Ne varsa insandan yana
Ne varsa aşka hasret!
Senin ve seninle olsun diye
Eskittiklerimi atıp bir yana
Yepyeni bir coşkuyla
Coşkuyla söyledim meramımı
Dinledin ve anladın
10
Dokunmak bir ibadetti…
Annemin çocukluğumu yıkadığı
Sarnıç gibi temiz…
Yahut Sevdiğim bir uzunçalar,
Kısa ve leziz
Anlamı ve aşkı harmanlayıp
Doyuma dokunduğumuz günler
En çokta geniş omuzlarında güzel dururdu dudaklarım.
En çok ta beraber tükettiğimiz geceler de
11
Geceler dedim de,
Ben kendimi tüketiyorum şimdi o gecelerde…
Dönüp dönüp geriye
Geride kalmasın diye hiçbir şey
Sırtıma yük alıyorum ikimiz kokan saatleri…
Ayrıntıların örselediği bir çıkıntıyım
Her dakika biraz daha ezilen ve ölen.
Genişliğine sığınıyorum şiirin
Yoksa dilimde her şey küfür!
Oysa hepi topu sözcüklerden bir dünya
12
Şimdi sen gittin!
Gittiğinle kalmıyor hiçbir şey,
Çoğaldıkça hoyratlaşan bir yalnızlık boğazlıyor beni…
Ölmek hafif kalıyor böylesi yaşamaktan
Renklerin sarardığı, günlerin karardığı lahzada
Sorularım yalnızlığımla büyüyor…
Şimdi sen gittin!
Doğum günüme 3 kala
Önümde ömrümün en ağır bilançosu;
Ben
Sen
Şiir
Akşam
Bir yudum güzellikti hepsi
İçtik bitti!

albenisi yüksek bir yosma, ıslak kaldırımlarında kasıklarımın

l
Sonra gerillalar inerdi düze..
beklenmedik bir fırtına başlardı...
bir ya da birkaç ölüm!
siyah beyaz filmlerden kalma bir trüktü sanki
seyrederdiniz...
bir kalem bir kağıdı önemsiz ve özensiz bir hoyratlıkla karalarken, katılmadığınız yerlerin altını çiziyordu da sanki siz onay veriyordunuz!
ll
sonra sokaktan askeri konvoylar geçer,
ocağımıza ince bir sızı düşerdi.
düşerdi bitecek dediğimiz ama hiç bitmeyen karanlığın rengiyle...
eylülde en çok
en çok çocuklar kanardı.
yaşamak biraz sancılı böylesi zamanlarda
ne doğuracağı belli olmayan bir yalnızlık...
ne zaman bir yalnızlık büyütsem şuramda
babam mahpus olur, çocukluğum öksüz kalır
lll
sonra aşk, albenisi yüksek bir yosma,
ıslak kaldırımlarında kasıklarımın.
ağzında çiğnediği ayrılığı şişirirdi...
ah tenimin sol yanı,
sen nasıl sahipsizsin şimdi böyle...
nasıl herkese uzak...
adına şiirler yazdığını unut,
şimdilerde yalnızlığın,
şimdilerde kanın,
yalnızlık kanınla temize çekiyor herşeyi
ve sen bildiğin ölümlüsün, herkes gibi sırasını bekleyen

Bir kez daha kokmak için onun teninden

Burada mevsim ilkbahar…
Gül açmasa da kırmızı,
gövdesinde yeşil filizler patladı…
Penceremin önünde bir bülbül…
Bülbül ki güle âşık…
Ahu zar eder gülün aşkından…
Bir kış beklemiştir gülün kırgın gövdesinde yeşil bir dal filizlensin diye…
O küçücük bedeni ile nice zemheriler atlatmış!
Bir kez daha konmak için gülün yeşil gövdesine,
Bir kez daha kokmak için onun teninden,
Ömründen vermiş kışa, ama ölmemiş!
İnsanın gülü görmediği zamanlarda bile bülbülün gözü gülden başka bir şey görmemiş…
Rivayet odur ki
Göğün yerle yeksan olduğu zamanlarda,
Gül kuru bir daldan ibaretmiş…
Bülbül sesi ile açtırmış o nu
Açan gonca beyazmış
Âdemoğlu beğenmeyince rengini, gülün dikenine saplamış bedenini bülbül ve kırmızı gülü var etmiş!
Gül rengini bülbülün kanından almış...
Şimdi bir kuru gövde de
Yeşil bir yaprağa tutunmuş bülbül ve dert ile söylüyor türküsünü…
Ah bülbül!
Senin türkülerini söylediğin gül, başka burunlara kokacak…
Ve senin gülün dibindeki cansız bedenin işgüzar kedinin akşam yemeği olacak!

bir pusu kurarım kalbime her gece

bir pusu kurarım kalbime her gece
annemin dilinde türküler,
aynı dağın çocuğuyuz,
yamacında genç ölümler büyüten...

bir pusu kurarım kalbime her gece
sen öyle söyledikçe türkünü
içimde sebepsiz bir titreme,
tükürdüğüm küfrümden
incelikler büyüttün...

Bir pusu kurarım kalbime her gece
incinmiş toprağımız
suyumuz kekre akar...
ekmeğimizde kan kokusu!
güzel günleri bıraktık geride

Bir pusu kurarım kalbime her gece
gecemde kurşun yanığı
düşünde barut kokusu
kirwe bilmezlikten gelme,
aşk bir bilinmeze eş şimdilerde

sen aşka yenildin adam!

yenmek ve yenilmek midir hayat...
yetmek ve yetişmek!
yendiğimi de, yenildiğimi de söyleyebilecek kadar mert,
acımı gösterebilecek kadar insanım!
zayıfmıyım?
sanırım zayıfım...
acımı yüzüme baktığınızda yüzümde görebiliyorsunuz ve ağzınızdan ilk çıkan söz ;
gözlerine ne olmuş, sen ne kadar zayıflamışsın böyle oluyor!
dert insanın mayası olmaya görsün...
kanadı kırık kuşun, yuvası çiğnenen karıncanın ve biz daha motorlarımızı süremeden siyaha dönen mavilerin kederini duyuyorsan içinde, elbette çok yenilirsin!
aşkla kutsarken sevdiğin herşeyi, "dölün pası ile kirleniyorsa sevgi" ve gözünün içine baka baka taptığın aşkı iğfal ediyorsa birileri! elbette çok yenilirsin!
yenilmek bazen isminin diğer karşılığı da olabilir.
yani sana adınla seslenmeyebilirler artık!
seni sevmeyenler, ne kadar biçare olduğunu anlatabilir!
bak ne kadar da zavallıymış diye afişe de edilebilirsin!
varsın ne derlerse desinler!
sen aşka yenildin adam!
eğmediğin başın, hayatın özü olarak gördüğün aşkın karşısında varsın eğilsin!
şimdi senin mağlup gövden başı dumanlı dağlar gibi vakur! şimdi senin yenildiğin şehirler, bozuk para kadar değersiz...
yüklediğin anlamları geri çekersen eğer geriye kalan objedir herşey!
yüklediğin anlamları geriye çekersen eğer geriye kalan ağusudur dokunduğun bedenin...
erkek bu dünya!
sen bu dünyaya fazla incesin!
erkek bu dünya!
düşlerini iğfal edecek ve göğüne içindeki irini boşalacak kadar!
yenildim!
dost bilsin!
düşman duysun!
yenildim,
ekmek ve su kazandı!
aşk karın doyurmuyor yine!
ve siz sevmeyenlerim
acımı görmek isteyenler, acımı görüp sevinecek olanlar yenildim!
öyle değerli ki mağlubiyetlerim onları dökmeyeceğim çöplüğünüze!
aşkın karın doyuracağı günler için dövüşmeye devam ediyorum çünkü!

Sarhoş meleklerin sakiliğimi yaptığı bir gecede...

l
Cinayete kardeşim!
Kardeşim, bahçemde büyüttüğüm ölümlere!
Sarhoş meleklerin sakiliğimi yaptığı o gecede…
O gecede yaşandı her şey!
Dokundum!
Ellerim sustu önce..
Önce şiir!
Önce şarkı!
Önce sen!
Sonra yoktu o gece, o gece her şey önce!
Dokundum! Yıldız düştü içime!
Başka şehirlerde belki bahardı,
Üşüyordu, seninle örttüm üstünü!
Bir susmak kudurdu o saatte,
İçimde, ırmakların gürültüsü,
Sana geliyordum inceliğimle!
ll
Dağlar büyüyor gönlümde
Her hücremde hazzın kokusu,
Ne kadar da kadınsın
Ve ben ne kadar da erkeğim böyle!
Nasıl da acımasızsın
Bir başka çiçeğe öykünüyorsun!
Dalından koparılmış, vatansız bir güle…
Kanıyorsun!
Kırmızı!
lll
Sarhoş meleklerin sakiliğimi yaptığı bir gecede…
Kanımla sarhoş olacağım
Dilimde küfrün küf kokusu
Kile batık bütün şiirler…
Beni bekliyor Mayakovski
Yasenin kurmuş masamı
Son nefesimi güzelleyecek edebiyat
Önce sen can vereceksin içimde
Önce ben kendimi öldüreceğim!
Sonra yok bu gece, bu gece her şey önce!

Daha kaç ömür lazım, daha kaç şiir!

Şimdi dönsem seneler öncesine
O tramvay durağında bulsam kendimi...
Değişe değişe, değiştikçe bir parçamı öğüterek…
Bilsem geleceğimi bugüne…

Takvimlerden gün eksildikçe
Değişir insan,
Mevsimler değişir,
Anlamların ter koktuğu o günler…
Ve şeyler…
Artık saklanamaz hiçbir şey! şeylerin gerisine…
Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bir safsatadır!
Değişimde değişir!
Ve metaforlarla giydirilir şiirler…
Artık portakal çiçeği kokan düşler kurmuyorum…
Işıklarını seyrettiğim o İstanbul büyük gelmiyor bana…
Ya da ben İstanbul’a şiir yazacak kadar büyüdüm şimdilerde…
Şiir de değişir!
Haydi, bana bir yalan söyle!
İnandığım doğrum olsun şu günlerde!
Haydi, bana bir yalan söyle…
Yenileceğimizi ve yeniden yenileneceğimizi anlat…
Göğsümde taşıyacağım ve baktıkça başa döneceğim bir yalan!
Daha kaç ömür lazım, daha kaç şiir!
Değişim bile değişirken benim değişmeyeceğim günlere…

Haydi, bana bir çay doldur ellerinle…

l
Eksildim…
Eskidim biraz…
Kalabalık bir yalnızlık açtı önümde…
Unutup o ipeksi dokunuşları, o öpüşleri unutup,
Öptüm acımı kanayan dudaklarından…
Bir dehliz buldum kendime, karası geceden öte…
Bir dehliz hiç deniz görmemiş…
Mavi nedir bilmez…
Her şiirin başı olur ya yok bu şiirin başı…
Sonundan başlıyor incelmeye, inceldikçe incitmeye…
Ne sen kalacaksın bu gece ne de ben…
İkimizde misafiriz bu izbede…
Önce ben gideceğim, sonra sesim…
Şarkılar susacak, şiir öldürecek kendisini…

ll
Haydi, bana bir çay doldur ellerinle…
Bakmayacağım ellerine
Ağzımla teşekkür edip öpmeyeceğim bileklerinden…
Haydi, bana bir çay doldur ellerinle…
Senden ve benden bahsetmeyeceğim bu gece…
Bu gece sana uzaktan da uzak o yerde bize benzeyen insanların yaşadıklarını anlatacağım.
Tarihsel haklılığımızdan ve ne kadar bilimsel olduğumuzdan dem vuracağım…
Bakmayacağım gözlerine…
Gözlerinde ne büyütüyorsan sende kalacak…
Haydi bana bir çay doldur ellerinle,
Sende kalacak anlatacağım ne varsa, istesen de! istemesen de!
Mağlubum, usanmadım yenilmekten…
Üstelik kazananı sende değilsin bu kaosun…
Kime yenildim kadın!
ve neden Unuttuğum bir takvimde…
Haydi, bana bir çay doldur ellerinle…
Bakmayacağım ellerine,
Ağzımla teşekkür edip öpmeyeceğim bileklerinden…

Bu Fotoğrafa iyi bakın!


Şimdi şöyle bir bakıyorum da geçmişe…
Ne kadar doğru yaşamışım hayatımı, ne kadar güzel ve anlamlı…
Güzellik göreceli tabi…
17 yaşında devletin şefkati ile evrak dolapları arasına kurulan Filistin askısında tanışan…
17’sinde cezaevine giren ve orada annesini özleyen…
Yaşadığı travmanın etkisiyle uzunca bir süre uykularından sıçrayarak uyanan ve gördüğü kâbusun etkisi ile ertesi günü tedirgin yaşayan…
Korkan ama korkularına rağmen inandığı düşü görmeye devam eden…
Yaşından ve yaşadıklarından büyük düşleri olan…
Haklı olduğuna inanan ve haklı olduğu için doğrularından taviz vermeyen ve bildiklerinin namusuna sahip çıkan…
Bir düşün peşinde, gerçeğin soluğunu büyüten ve toplumsal bir kurtuluş için kendi geleceğinden vazgeçen bir ömür…
Fazla gelir birçoğunuza…
Ne kendiniz için istersiniz, ne de her şeyden sakındığınız, üzerine titrediğiniz çocuklarınız için.
Birçoğunuz sahip olduklarınızdan vermemek için uzağında durursunuz böylesi bir ömrün!
Uzak durursunuz ve bir kere bile yan yana gelmediğiniz, aynı masaya oturmadığınız, sözcüklerini bilmediğiniz bana ve benim gibi düşünenlere küfredersiniz.
Birçoğunuz bunları yaşayanların varlığından bile haberdar değilsinizdir…
Bu yaşanılanları öğrendiğinizde dehşetli bir şaşkınlık yaşarsınız ve o haliniz bana, dünyası “oooouuu” “yeeee” gibi anlamsız iki şaşırma ünlemi arasına sıkışmış Amerikalıları hatırlatır.
İnsanca konutlarda barınabilmeniz ve insan gibi beslenebilmeniz için, eşit parasız sağlık hizmeti, eşit parasız anadilde ve bilimsel bir eğitim görebilmeniz için mücadele eden sosyalistlerden birisiyim.
İnsanın insanı sömürmediği, herkesten yeteneğine göre alınıp herkese ihtiyacı kadar verilen bir dünya için mücadele eden sosyalistlerden birisiyim.
Kapatın gözlerinizi ve bir dünya düşleyin...
Çocuklarımızın sevda ve ayrılık kederi dışında hiçbir keder duymadıkları yaşanılası bir dünya!
Böylesi bir dünyayı kim istemez?
Böylesi bir dünyayı bu bezirgân saltanatının sahibi olanlar istemez.
Böylesi bir dünyayı kâr hırsı ile daha fazla kazanmak için insan hayatını hiçe sayan Tuzla Tersaneleri’nin sahibi olanlar istemez…
Böylesi bir dünyayı insanları topraklarında karın tokluğuna çalıştıran büyük toprak sahipleri istemez.
İnsanların yaşamsal ihtiyaçlarına cevap vermek yerine onların yoksunluklarını ve yoksulluklarını derinleştirerek onlara bu dünyada cehennemi yaşatanlar istemez!
Bu fotoğrafa iyi bakın!

İyi bakın bu fotoğrafa!
Devletin bekası adına dünyası cehenneme çevrilenlerden birisi… C.E!
İşkencenin ve demokrasi ayıbının yüzünde bir tokat gibi patladığı bu gözlerin sahibi 15 yaşında…
22 Mart günü Newroz bayramını kutlamak için katıldığı gösteride gözaltına alındı.
İncecik bedeni ile sokak ortasında tanıştı devletin şefkatli elleri ile…
Aldığı maaşın hakkını veren! bir polis memuru tarafından kameraların önünde, kolu kırılırcasına sırtına doğru büküldü.
C.E.’nin avukatlarına anlattıklarına göre Polis merkezindeki meslektaşları da onu kameraların önünde döven polis memurundan aşağı kalmamışlar.
Yüzündeki acıyı unutamam… Çocuk yaşımda, İsrail askerlerinin kolunu kırdığı o Filistinliyi unutamadığım gibi.
İster istemez soruyorum kendime benim o Filistinliyi unutmadığım gibi, şimdi C.E.’yi unutmayan çocukları mı olacak bu ülkenin?
C.E.’nin kahverengi gözlerindeki yaşlar insanlığın boynundaki utanç kolyesidir…
Gözlerindeki yaş yaşadığı acıyı anlatmıyor sadece, suskunluğunuzun utancını vuruyor suratlarınıza…
İyi bakın o fotoğrafa, orada kolu kırılmaya çalışılan yarınlarımızın bir parçasıdır.
15 yaşında C.E., ve vatan bölüyor o yaşında…
17 yaşımdaydım vatan bölmeye çalıştığım için evrak dolaplarının arasına kurulan Filistin askısıyla tanıştığımda…
C.E vatan bölmeye çalışıyor…
Eğer gücü yeterse buna ve 15 yaşının güzelliğiyle kurabilirse bir ülke, o ülkede yaşamak ve yaşlanmak isterim!
Bir gece vakti evimi uzun namlulu silahlarla basıp annemin ve babamın gözleri önünde gözaltına alındığımda 17 yaşımdaydım ve anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye çalışmaktan yargılandım.
12 Eylül sonrası ön hazırlık aşaması en uzun süren davanın (9 ay) çıktığım ilk duruşmasında tahliye edildim!
Vatan hıyardı sanki ve yaşları 15 ile 19 arası değişen 11 çocuk onu ortadan ikiye bölecek diye korkuyordu bu ülkenin idarecileri…
Bu yüzden 11 çocuk 9 ay cezaevinde yattılar.
Polis merkezinde gördüğümüz işkence, cezaevinde tanık olduğumuz 96 ölüm oruçları…
Gözümüzün önünde ölen ağabeylerimiz…
Ve belleklerimizde açılan o onulmaz yaralar…
Anayasal düzeni silah zoruyla yıkmaktan yargılandım… Ne ben ne de cürümlerim bir tek tabancaya bile sahip değilken, bunu nasıl becerebileceğimiz, yanıtını hala bulamadığım bir sorudur.
Hayat başka bir soruyu dikti 3 gün evvel karşıma…
15 yaşında bir çocuk nasıl bölebilir bu ülkeyi?
İyi bakın o fotoğrafa…
O fotoğrafta siz neyi görüyorsunuz bilemiyorum…
Ben onun kahverengi gözlerinde, kendi çocukluğumu ve pırıl pırıl düşlerimi görüyorum.
Nasıl ki ben o yaşımda anayasal düzeni yıkacak ve yerine yenisini koyacak aklî olgunluğa sahip değilsem o da bu ülkeyi bölebilecek ve yeni bir ülke kurabilecek bir olgunluğa sahip değil!
C.E. 15’inde.
15’inde oyun oynamak istiyordur bence…
15’inde şimdi cezaevinde!
Geri dönsem 15’ime bugün olduğum yerde olmak isterim yine, yaşadığım hiçbir şeyden pişmanlık getirmiyorum!
“Ey devlet ey tanrı o-kulun yok artık senin”
Kolu bükülen insanlığımız için, 15 yaşının içtenliği ve tarihin bilgeliği ile gözyaşlarını döken bu çocuk hepimizin yarınları…
Kuşkusuz söyleyecek çok şey var o güzel bir çift göz üzerine ama ben daha fazla uzatmayacağım ve Taraf gazetesinin manşetine taşıdığı soru ile bitireceğim yazımı:
Bu çocuk dağa mı çıksın?

biraz daha ve daha derinden sarsılarak, işit içimdekinin sesini!

l
kirlendim işte
sizden ne eksik ne fazla
ben söyledikçe siz seyrettiniz
siz seyrettikçe ben söyledim!
anlamsızmıydım,
beni anlamadınız!
imansızdım
inanmadım tanrıya
ama aşka ...
en çok ahir zamanlarda...
en çok yalnız kaldığımda...
Öpsem lâl olur içimde bir karanlık nokta,
senin dudakların ışığa kardeş...
ışığına kapattım gözlerimi!
ll
gözümün ucunda kırılmış bir gül dalı,
gözümün ucunda devlet üniformalı cinayetler
toplumsal bir cinnet büyütüyorum...
yakabilirim bütün fabrikaları,
sarayları köşkleri ve hiç oturmadığım sofraları!
aç kalmasın diye kimse
kimse açıkta kalmasın diye
bezdiğimiz ve altında ezildiğimiz yoksunluğu
yoksulların kalemiyle yazıyorum...
lll
gözümün ucunda edip cansever
bir mahpus tahliyesi şimdi şiir!
vapurlara şiir yazıyorum...
Martıların kanadında şehir,
denizin köpüğünde gam!
Maviyi unutup, unutup kırmızıyı
sularda yunuyorum yüzümü
biraz daha ve daha derinden sarsılarak
işit içimdekinin sesini!
sana sesleniyorum!
kavuşmak gözlerinin renginde bir yalan
esrik bir dokunuşun kokusu bu duyduğun!
uzak iklimlerden gelen
bu duyduğun bir veda conçertosu,
senin bestelediğin!

De ki, aldandın renklerin en güzeline…

De ki aldandın renklerin en güzeline…
Işıkları hiç kapanmayacak sandın!
Ve mavi hep mavi!
De ki annenin dilinde bir ezgi dağladı ciğerini.
İçtiğin çay acı geldi, sigaran zehir zıkkım…
Kül basıp üstüne yaralarının; acını deştikçe büyüttün.
Büyüttün acını ve acın büyüdükçe sen küçüldün!
sen küçüldükçe büyüdü soruların!
Allahsız bir sanrı abandı şakaklarına
Belki unutursun diye bildiklerini
Unutur ve her şeye yeniden başlarsın diye
İsmini unuttun unutuş ırmağının!
Şimdi her şeye yeni baştan
Yeni baştan ve yalnız!
Yalnızsın, yaşlı bir köpek kadar!
Arama kendine başka şehirler,
Gitmek bir intihara eşken bütün kitaplarda
Gittiğin yerlerde bildiğinin bir benzeridir
Ve senin sandığın ne varsa hiç senin olmamıştır aslında…

Ne zaman bir ölüm düşlesem kendime, o uzak şehirlerde ağlar öylece

Dudağımın kıyısından kan, bileklerimden hayat sızacak birazdan…
Birazdan bildiğim her şeyi ve bildiklerimle beraber belleğimi ateşe vereceğim…
Üzülme!
Yeni başlangıçların eski başlayanı olmaktan yoruldum sadece…
Yoruldum eşelenen düşlerimin suratımda büründüğü yorgun siluetten.
Kaçıncı ölmem bu?
Kaçıncı dirilmem?
Yüreğine yazdıklarımın bir kopyasını daha sonra hatırlayamayacağım bir yere saklayacağım. Yüreğine yazdıklarımı belki de bir bulvar köşesinde ya da kuytu bir meyhane de ölü bulacaklar…
Sana dokunmaya çalıştıkça arada ki mesafenin uzaması ve uzadıkça derin bir yalnızlığın başıma musallat olması…
Kekeme ve geveze.
Yokluğun bu gece çok geveze…
Nereye çevirsem yüzümü senden bir parça var…
Dokunduğun klavye, oturduğun sandalye…
Nereye dönsem yüzümü gözünün değdiği bir kare…
Ve sesin dolanıyor barındığım bu izbede.
Konuşmak istiyorum kendimle,
dilim küfre değiyor her sözcükte…
Oysa edepsiz değilim ben, ama şimdilerde içimde ki her şey yabancı kendime…
Bir intihar kuruyorum kendime…
Renksiz refilsiz bir intihar… anneme bir şey söyleme!
Ne zaman bir ölüm düşlesem kendime, o uzak şehirlerde ağlar öylece…
Gitmemi istiyorsun biliyorum…
Gitmemi ve bir daha dönmeme mi istiyorsun…
Sana söylemiştim, sözcüklerimin sende sıradanlaşması korkutuyor beni…
Bildiğin budalayım işte…
Aşkın ve şiirin gücüne inanan ve hep yanılan!
Yanıldıkça yanan yanarken kereme öykünen bir küçük budala…
O kadar büyüdün ki içimde içim de başka bir şeye yer kalmadı işte…
Seyret ve kederlen bir süre… bir süre sonra oda bitecek içinde …
Cümlelerinde başka anlamlar aramaktan yoruldum…
Bana herkes gibi bakan gözlerine bakmaktan, unuttuğun zamanlardan yoruldum…
Yalansız ve hilesizdi her şey…
İçimde ki sen o kadar büyük ki artık bana bile yer yok içimde…
Gitmemi istiyorsun biliyorum…
Gitmemi ve bir daha dönmeme mi istiyorsun…
Gidiyorum…
Kendimden,
senden,
Şiirlerimi yazdığım yüreğinden,
O çok inandığım düşlerimden ve şehrinden…
Gidiyorum hoşça kal bile demeden!

Sivas'tan Gazi'ye kardeşliğimizdi ateşe verilip kurşunlanan

Senelerce evveldi…
Prometheus tanrılardan ateşi çaldığı için pişmandı belki, belki de utanıyordu.
Sivas’a ateş düşmüştü.
Sivas’a ateş düşmüştü ve 33 insan güzeli ateşin narında semaha durmuştu…
Sivas’a ateş düşmüştü ve orada alev alan türkülerin kokusu sarmıştı ülkenin üzerini.
Orada ateşe verilen halklarımızın kardeşliğiydi.
Çocukluğunu daha yeni terk eden, bıyıkları daha yeni terleyen ve herkesin yaka silktiği bıçkın, kavgacı mahalle delikanlılarıydık.
Kimimiz alevi kimimiz Kürt.
Ailelerimiz devrimciydi -devletten çok çektikleri için olsa gerek-, yıllarca devrimcilerden sakındıkları, sakladıkları bizler ise lümpen!
Sivas’a ateş düşmüştü.
Ertesi günü müydü daha ertesi mi hatırlamıyorum…
Hatırımda olan o günün hayatımda bir ilk ve bir dönüm noktası olduğu…
İnsanların ateşe verildiği bir dünyada, insandan yana gösterdiğim ilk tepki…
Toplumsal bir varoluşun ilk adımıydı o görkemli uğurlama töreni.
Sivas’ta insanların ateşe verildiği o katliam ben ve benim gibi birçok gencin usuna düşen ilk kıvılcımdı.
Kıvılcımı harlayacak ve aklımı özgürleştirecek rüzgârı arıyordum kendime ve seninle kesişti yollarımız.
Soluğu rüzgârım, canım ablam, güzel yoldaşım!
15 sene oldu.
Dile ne kadar kolay geliyor değil mi?
O zamanlar 16 yaşında olan ben bu coğrafyanın ortalaması ile orta yaşı bulmuş bir adamım şimdilerde..
Senden sonra da soluk aldım, ekmek yedim, aşık oldum, sevindim, üzüldüm.
Dövüştüm aydınlık bir dünya için ve hala dövüşmekteyim.
Hala unutkan bir adamım, çok şeyi unuttum senden sonra… Ama ne seni ne de senden sonra yitirdiklerimi bir an olsun unutmadım…
Daha dün gibi o bekar odasına sabahın erken saatlerinde, yüzünde kocaman bir tebessüm ve sıcak ekmekle girdiğin gün…
Demlediğin çay, beraber yaptığımız o kahvaltı.
Sonrasında uzayıp giden sohbetler ve illa senin o gülen gözlerin… ivediyetle anlattıkların ve içimizi ısıtan o sıcacık sözcüklerin.
Ve söylediğimiz türküler… İlla da kürdün gelini!
Öğrenemedim hâlâ Kürtçe nakaratını ve öğrenmiyorum inatla!
O zamanlar sen söylüyordun şimdi yüzü ve sesi sana benzeyen bizim çocuklar.
Ve şiirlerimiz… İlla da sevdadır!
İlk senden duyduğum o dizeleri bir kutsal emanet gibi taşıyorum içimde.
Canım ablam, güzel yoldaşım!
“Göğü kucaklayıp getirdim sana”
Buradayım işte sözümün arkasında. Bir gün mutlaka, göğü kucaklayıp getireceğiz sana…
Sivas’ta halklarımızın kardeşliğini ateşe veren bakışında ölümün karanlığını taşıyan katiller Gazi’de Cemevini ve Alevilerin gittiği kahvehaneleri taramışlardı o gece…
Haberi aldığımda mahalle dışındaydım.
Bir arada olduğum arkadaşlarımla beraber gittik Gazi’ye…
Barikatlar kurulmuştu… Barikatların arkasında katilleri isteyen, adalet isteyen binlerce yürek vardı.
Katilleri bulması gerekenler cinayete devlet resmiyetini de kattılar o gece…
O gece açılan ateş ile bir devrimciyi daha almışlardı aramızdan…
Binlerce yürektik pimi çekilmiş binlerce bomba…
Gün sabaha erdiğinde binlerin sayısı yüz binleri buldu. Yüz binlerin içersinde olduğunu biliyordum.
Yüz binlerceydik, katillerin karanlığına ortak olan ve cinayete devlet resmiyeti kazandıran karakola yürümek istedik. Bir kez daha ateş açtılar üzerimize…
Onlarca insanın öldüğü o ateş altında…
Dilim varmıyor söylemeye, buz kesiyor yüreğim, içimde bitmeyen bir öfke…
Onlarca insanın öldüğü o ateş altında, ölmeyen binlerce insandan biri olmak dokunur mu insana?
İnan ki dokunuyor abla.
O gün çıktık mahalleden, ışığı ve suyu olmayan bir barakada sabahladık…
Ertesi gün Gazi, mahallemizden insanlarla doluydu…
İsmini ve yüzünü hatırlamadığım biri “Zeynep’i vurmuşlar, Zeynep…” dedi
Sivas katliamının sonrasında tanıdığım seni bir başka katliamda Gazi katliamında yitirdim…
13 sene oldu… Fotoğraflardan teşhis edilen ama hâlâ elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşan bir polisin hedef gözeten kurşunuyla durdu kalbin…
Soluğundan yoksun artık yaşlı dünyamız, o güzel gülüşünden, türkülerinden ve şiirlerinden yoksun.

Başka bir dünya için dövüşen koca bir adamım şimdi, üstelik görmeni ne çok isterdim, bıyıklarım gerçekten bıyığa benziyor şimdilerde. O genç çocuktan geriye kalan senli anılar ve beraber kurduğunuz o canım dünyanın hayalindeki ısrar…
Canım ablam,
Sen sonsuzluğa kanat vuralı, 13 sene oldu ne kadar kolay geliyor dile.
Bu bezirgan saltanatı değişsin diye düşenlere, senden önce gidenlere ve senden sonra gelenlere, bizden yana selam söyle!

"kötülüklerin annesi" soluğunu üleşiyor benimle

Şimdi üstüme gelir her şey...

onca zaman sonra üstünü örttüğüm bir yara kanamaya başlar...

uykularımda andığım, anımsadığım sızım...

erken ya da eksik yaşadığım!

şeytan karanlığın en izbe yerinde kendi çocuğunu becerirken,

Erk(ek) damarım kabarıyor, siktir çekiyorum nietzsche'ye!

"kötülüklerin annesi" soluğunu üleşiyor benimle,

telkin ediyorum kendimi, " başımıza gelen bunca kötü şey, hiç yaşamamış olmaktan iyidir"

Kandığım, kanadığım, aynı göğün altında başka yıldızlara baktığım...

Bulutlar, kuşlar ve çiçekler,

bilumum, şiir için gerekli olan bütün özneler, öznelerin yanısıra eşyanın kendisi tanıktır!...

şimdi bir kez daha aynı yara, bir kez daha ve daha fazla...

ustamın salık verdiği sözcükler hatrımda!

"dudaklarını kanataraktan dayanılmakta ağrıya"

cemreye giderken yüreğimdeki ayaz

elimin değdiği yerde ince bir dal çiçeklenecek önce...

her tomurcuk sızım kadar ince...

uykularımdan ince bir kan sızacak geceye

bahara duracak yeşiline kandığım dünya…

içimde bir sızı "rüya"...

uyusam o eski rüyaya, uyanmasam bir daha...

bu gece ölüm kokuyor uykularım

l
sahipsiz bi çocucuğum, ölüm kokan uykuların yavruladığı.
ahımdan dünyalar çıkaran ben.
kendi sözcüklerimin düşmanıyım şimdi...
ıslığın beslediği bir ermeni türküsüyüm, yahut kürt...
ama illa ötekinin söylediği...
ne kadar da derinmiş düştüğüm şu uçurum...
bitsin istiyorum paramparça olsun bedenim...
uykularımı şurada bıraktım ihtiyacı olan, ne olur dokunmasın...
ama üleşebilirim sizinle ötekinin beslediği bir ıslığın sesini...
ll
şu dağın arkasındalar.
orada silahlar patlıyor bu saatte,
annelerin yüreği patladı patlayacak...
şu dağın arkasındalar,
sessiz bir pusuda ya da soğukla gelen kan uykusunda yumacaklar gözlerini...
geride kalanların gözleri bir ömür yollara bakacak belli ki.
bu gece kör, bu gece ölüm kokuyor uykularım...
Genç ömürlere uzak dursun diye
uykularımı şurada bıraktım...
sütlenmiş memelerinde saklasın anneler
lll
bu gece görmüyor uykularım
amed'den uçaklar kalkıyor zamanlı zamansız
ölüm ismi kadar Irak olmayan o yerde
genç ömürlerin şah damarını kokluyor..
bu gece kör, bu gece ölüm kokuyor uykularım...
cinayet, hipokrat yemininden yoksun bir doktor
dağların göğsüne vurdukça bıçağı, içim kanıyor…
ne söylesem az kalıyor, ne söylesem eksik
önce sarıyı vurdular, yeşili yanıbaşında...
savaşın kör ettiği bir yüreğe,
renkleri nasıl anlatabilirsin ki
kırmızı, kanın arkasına saklandığı için utanırken üstelik...

yüzünün sol yarısını arafta bıraktı!

eylülde ayaz yemişti,
babamdı...
yüzünün sol yarısını arafta bıraktı!

Özlemek bir sabah bulantısıdır, sonunda sevinçlerin doğduğu

Dokunuşların ve sesin sararmaya başladığı zamanlarda
Özlemek bir sabah bulantısıdır, sonunda sevinçlerin doğduğu
Sevgilim,
Bugün günlerden Çarşamba, mevsim kış
Seni düşünüyorum, içimde bir ilkbahar…
Dağlarımın ateşe verildiği şu günlerde
Sömürge dillerde söylüyorum seni sevdiğimi,
Bilmediğim bir alfabe ile ismini yazıyorum dudağımın kıyısına…
Yüzümde çiçekleniyor akasyalar…
Sevgilim
Bakma sana sevgilim diye seslendiğime
Sahiplik iyesinden yoksun her cümlem
Seni benimsin diye değil, sen olduğun için seviyorum..!
Sevgilim
Özlemek bir sabah bulantısıdır, sonunda sevinçlerin doğduğu
Yetmek ve yetiştirmek dedikleri bir telaşın içindeyiz,
“Dante gibi ortasında” olmasak ta ömrümüzün
Orta yerindeyiz haftanın, bugün günlerden çarşamba,
Ne kaldıki artık değerimizden arta kalan cumartesiye.

İsmini sen bul, rengini senden alsın şiirim…

Akasya
bir yolculuk şiiri yazıyorum sana
Sevimsiz semtleri ve bilmediğim kentleri bıraktım arkamda…


Muavin bir kahve tutuşturdu elime
Bilmiyor!
Ben bu şehirde en çok seninle…


Kanıma dokunuyor sensiz bu gece
Kapatsınlar bütün ışıkları
Zaten bir tek ben uyumuyorum bu saatte…
Bu saatte sen… Bu saatte ben…
Bugün günlerden cumartesi
Ellerin saçlarımda, kasıklarınla söyleşirdim!

Akasya
7.6 büyüklüğünde bir sarsıntı bedenimde
Yalan söylüyor yine richter ölçeği…
Yollar uzayıp giderken önümde,
Ölümün rengi yoktur diyorum kendime…
Adapazarı’ndayım! Üstüme çöküyor bütün hayaller!



Akasya
Kentler bıraktım ben sana
İçi boş gözleri bulut bulut.
Hiçbir sokağına ismini fısıldamadığım, toprağında ayak izimin olmadığı
Kokumdan ve sesimden yoksun!
Senin olsun!
Kentler bırakıyorum sana,
Havasını soluğumla kirletmediğim!



Akasya
Sakallarım aldatmasın seni, büyümeyen bir çocuğum ben
İnanmak istiyorum bütün masallara oysa biliyorum bütün masallar aptalca…
Bilmiyorlar!
Binlerce kez öptün beni...
Binlerce kez daha öpebilirdin ama nafile, dönüşmeyeceğim bir prense!

Akasya
Gitme deseydin bana
Ateşe verip bütün trenleri, bütün otobüsleri devirebilirdim.
Amonyak kokan istasyonlarda ya da izbe otogarlarda
Gidecek yerler aramazdım kendime!
Başka hayatların izdüşümüydüm, yaralıydım!
Çağırsan cılız bir rüzgâr olurdum sana!



Akasya
Kırılmış bir fidanız biz
Sen ben ikimiz ve o baş döndüren sessizliğimiz!
Kırılmış ve asırlardır kanayan…
Eski bir söylence ya da unutulmuş bir şiir!



Akasya
Artık kimse çakıl taşları biriktirmiyor diye ceplerinde,
Kendisini yalnız hissediyordu günler,
Dudaklarımda uçurumların izleri
Sığmazdım ben o günlere ve günler sığmazdı bana!
Göğümde kan renginde bir kızgınlık
Giderdim!



Akasya
Gerçekler ve yalanlar
Gerçeğe sırt çevirip yalana inananlar – yani ahmaklar
Ve gerçeğin peşinde bir ömür koşanlar
Bizimkiler –yani beraber yürüdüğüm bütün iyi yüzlü çocuklar
Tanıktır!
Ben senden gittiğimde bütün yollar kanardı!



Akasya
Bütünlüğü yok hiçbir şiirimin
Nereye baksam kelimelerimle yüzünü çiziyorum,
Acemi bir ressamım ve sen sesinle boyuyorsun çizdiğimi!
Kalabalıktım seni izlerken
Ve sen ne zaman susmaya başlasan birer ikişer eksildim!



Akasya
İçimdeki aydınlığı öldürdüm…
Kara bir isyan şimdi çığlığım…
Toprak komün özgürlük,
Anarşist bir haydut sirayet etti beynime…
Tek başıma ölebilir miyim diye soruyorum kendime…
Oysa âşıktım ben sana
Ve bir tek senin bildiğin bir dilde
Omuzlarına yazmıştım hikâyemi…

….


Akasya
Bir yolculuk şiiri yazdım sana!
İsmini sen bul, rengini senden alsın şiirim…
Dört mevsim
bir ömür akasyasız bir kent arayacağım kendime!
Bir müddet daha kanayacağım, bir müddet daha karanlık!
Kanadık… Kanadık… Kanadık…
Kana kandık!

Kısa gecenin kısa öyküsü

....
kadın daha başlamadı...
...
erkek daha...
aşk illa...
...
kadın sustu
erkek dahayken,
dahaydı erkek!
sınırdaydı
sınırlar anlamsızdı
bıraksa kendisini ıslanacaktı
kaç kelime ıslanır yağmurda, ayaz en çok neyi üşütür
ve en çok üşüyen kelimeler neden hep ahe'yi kanırtır
ahe içdedir
derindir
sussa soluğu buz tutar,
konuşsa nefesi yüzümü buğular,
parmaklarını gezdirirken bilmeden ahe'yi yazar
tutulur bedeni düşleri kanar, ne zaman bir sevişmek kursa
sevişmek didişmeye dönüşür içinde..
ıslaklıktan uzaktır saatler ve bir ihanettir içinde büyüyen
oysaki her ihanet biraz çocuktur
ve korkunun siyahında filizlenir, karanlıktır çiçeği
karanlığın bir yerinde yazılı olsun çarmıha gerileceğin
Bir kere çıktın karşıma.
1 çarpı sonsuz, ama hiçbirinde çarpışmadık, çarpına çarpına yürek
ki ağlıyordu izleyenler, en hüzünlü sahneydi
ağlıyordum...

Keşke Bencil Olabilseydim

Kanadında bıçaklar taşıyan kuşlar, hayatın sınırlarını ihlal ederek şah damarıma yakın saltolar yapıyor…
Ölüm bütün soğukluğu ve rahatlığı ile kurulmuş karşıma, yaşama coşkumu ve ona yüklediğim anlamı taciz ediyor.
Korkunç göründüğünü sanıyor, oysa hiç ürkütücü değil…
Birazcık ama sadece birazcık bencil olabilseydim keşke…
Keşke soğumuş ve sararmış bedenimi bulanlar ne hissederler diye düşünemeyecek kadar bencil olabilseydim.
Yokluğumla derde gark olacak üç beş kişiyi düşünmeyecek kadar cesur olabilseydim!
Gidişimin sana yük olduğunu söylüyorsun…
Aldığım soluğun ciğerlerimi lime lime kestiğini, sanki hava değilde jilet soluduğumu görmüyorsun..
Azar azar öldüğümü görmüyorsun ve görmüyorsun sensiz bir dünyaya katlanamadığım için yalnızlığın ve şiirin ağız kokusunu çektiğimi...
Gidenim… Giderken düşlerimi ateşe verenim…
Bencil olduğumu söylüyorsun, ölümümün omuzlarına yük olacağını bilmesem şu zavallı yüreğimin durması için neler yapabileceğimi bir bilsen oysa…
Bir bilsen, “artık oynamak istemiyorum, sahne sizin olsun ben vazgeçtim” diyen yüreğimi nasıl darbeci generaller gibi susturduğumu…
Kendini daha iyi hissetmen için beni suçlaman gerekiyor biliyorum, belki de bu yüzden sen suçlarken ben susuyorum…
Sözcüklerin kesici bir metalin soğukluğu ile yaramı deşiyor, sineye çekiyorum.
Öyle ki bir düştüm ya da hiç olmadık bir zamanda fark ettiğin irete edici bir yalan…
Hızla ördün korunaklarını…
Ne sözcüklerle ne de dokunarak aşılamayacak bir duvar.
Bir duvar ki kimsenin yaslanamayacağı…
Bir duvarki ne ağustosun sıcağında ne de deli bir poyrazda senden başka kimseye hayrı dokunmayacak…
Gidenim… Giderken güneşimi de yanında götürenim…
Kimseye haset etmedim, sevmediğim insanların ölümünde dahi sevinmedim ve onları en sevimli hali ile hatırlayacak kadar incelikli olmayı becerebildim…
İsterim ki ismim kızgınlıkla ve öfkeyle değil, beni en çok sevdiğin halimle can bulsun içinde.
Ölmeyeceğim, bir süre daha, herkes gibi vaktimi bekleyeceğim…
Bu vazgeçtiğim oyunda, âşıkları verem, şairleri kanser eden incelikler, benim için eteklerinde ne saklıyor ve ne zaman dökecek önüme bilmiyorum…
Ama beni bekleyen hiçbir şeyden korkmuyorum, çünkü bana yokluğundan daha büyük bir zül yok.

Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…

Yerle yeksan olmuş, verilmiş bütün sözler…
Gökle denizin birleştiği o yerde, sızımsın göğsümün sol yanında!
Şehir uyurken ve sen el verirken uykuya, uyumadım!
Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…
Kılın kırk yarıldığı bir gecenin sabahında yanıyor gözlerim,
Gözlerimi kapatıyorum! Yüzün, umarsız ve bütün kaygılardan uzak!
kimsenin bilmediği bir husumet benimkisi, kendimle harp halindeyim!
İçimde her yer kan revan
Burnumdan geldin sevgilim, senin rengin kırmızı…
Anladım ki kırmızı ilhak etmiş içimde her yeri…

Yoksun, sensiz gecem sabaha ermiyor.

Karanlıktı, kar yağmıyordu ama soğuktu, sırtına sarılmıştım ve öykümü parmak uçlarımla işlemiştim sırtına.
Kısaydı. İki kelime altı hece ve onüç harften oluşan bir hikaye.
Kısa ama sıcacık ve bir ömür sıkılmadan tekrar tekrar okuyabileceğim bir hikaye.
Sonra bende ki karşılığını anlattım sana, anlamlandıramadığın ve ben böylesini bilmiyorum dediğin o sevmek tarifini yaptım.
Uyudun, güzelliğini seyrettim, ağladım.


Uçurumlarla bilenmiş bıçaklarla terbiye ettim ömrümü ve hiçbir şey korkutmuyordu beni.
Fazla yaşadım sevgilim.
Sordum sorguladım soruşturuldum…
Sevinçlerimde oldu acılarımda ve ben ikisini de öz çocuğum kadar sevdim.
Seni yüreğime kattığım o güne kadar ölecek olsaydım huzurla verebilirdim son nefesimi, çünkü eksik bıraktığım bir şey yoktu bu yaşamak denilen oyunda…
Uçurumlarla bilenmiş bıçaklarla terbiye ettim ömrümü ama ölmeyeyim istiyorum şimdilerde…
Sevgilim sana doymayı bilmiyorum ve bu açlık besliyor yaşama sevincimi.
….

Karanlık. Kar yağıyor, soğuktan yandığını hissediyorum ayaklarımın.
Yanımda olsaydın üşümezdim, ama yoksun ve ben sürgünler büyütüyorum yatağımda…
Birlikteyken akıp giden zaman yokluğunda ızdıraba dönüşüyor.
Güzelliğinle onurlandırdığın ve tanrının cennet bahçelerini kıskandıran bu oda, yokluğunda devletin alfabesinde olmayan bir hapishaneye benziyor.
Bir bozlak dolanıyor dilime hapishanelere güneş doğmuyor..
Yoksun, sensiz gecem sabaha ermiyor.

Vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Kanın akmıştı kaldırıma.

Daha dün gibi, elimizi uzatsak yüreklerimizi yangın yerine çeviren o acıya dokunacağız sanki. Kimimiz haber ajanslarından öğrendik sonsuzluğa kanat vurduğunu, kimimiz, bir dostun titreyen sesinden, Hrant’ı vurmuşlar...
Daha dün gibi, vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Kanın akmıştı kaldırıma.
Katlinden sorumlu olanlar kendilerine has bir pişkinlikle taziye üstüne taziye bildiriyorlardı. Sanki ölümünden sorumlu olan “iyi çocuklar”ın ağabeyleri onlar değilmiş gibi…
Bebeklerden, katiller yaratan karanlığa kalemi ile kan taşıyanlar, mahkeme koridorlarında bir kez bile yanında olmayanlar ne kadar üzgün olduklarını söylüyorlardı. Yazdığın yazıları o güne kadar ihanet belgesi olarak ifşa edenler, o gün aynı yazıları ne kadar sağduyulu bir kanaat önderi olduğunu ispat etmek için kullanıyorlardı...

En çokta kendini ürkek bir güvercine benzettiğin o yazı…
“İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?”
“Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.”
Kardeşimiz, dilini bilmediğimiz, dilinde kardeşim diyemediğimiz!
Hrant!
Serçenin eti için öldürüldüğü bu dünyada, güvercinlere seninle aynı anlamı yükleyenler, eşi benzeri görülmemiş bir kalabalıkla uğurladılar seni sonsuzluğa…
Vicdanlarımız sel olup aktı…
Farklı ulus ve milliyetlerden yüz binlerce insan, yüksek sesle Ermeni olduğunu söyledi o gün… Ötekileştirilen, yok sayılan ulusların ve azınlıkların dilleriyle uğurlandın sonsuzluğa.
Bir yıl oldu sen sonsuzluğa kanat vuralı.
Ama daha dün gibi… Bütün Gazete ve televizyonlarda aynı kare, Vurulmuştun, yatıyordun boylu boyunca… Üzerini gazetelerle örtmüşlerdi.

O fotoğraf acımızı sıcak tutacak bir ömür, bir ömür aynı şiddetle duyacağız o acıyı ve aynı utançla sarsılacak tarih.
Bir yıl oldu sen sonsuzluğa kanat vuralı.
Seni, sana yaraşır bir merasimle sonsuzluğa uğurlayanlar, aramızdan ayrılışının yıldönümünde de aynı duygularla bir araya geldiler.
Oradaydık…

Düştüğün o yerde…
Yine on binlerceydik…
Karanlığın göğsüne saplanan on binlerce ışık huzmesiydik…
Oradaydık…
Bir yıl önce cansız bedenin yattığı, kanın aktığı o kaldırımda, Agos’un hemen önünde!
Binlerce yürek sana geldik…
Ermenice geldik sana, Kürtçe geldik…
İnkâr edilenlerin yüreğinde ki yalnızlığın acısıyla geldik…
İnkâr edenlerin inkârcılığını, bir utanç olarak görenlerin dayanışma duygularıyla geldik.
On binlerceydik… Adalet için, Senin için oradaydık!
Bir yıl oldu seni sonsuzluğa uğurlayalı hiç eksilmedi özlemin, ama seni en çok özleyen sevgilindi kuşkusuz…

İçimiz parçalandı her sözcüğünde, özleminin altında ezildi yüreklerimiz…
Bir yılın bütün özlemi döküldü Rakel’in dudaklarından.
" Diyorlar ki '301'den kim hapse girmiş' ben de diyorum ki keşke çutagımı yaşatsalardı da hapiste olsaydı, çünkü yaşatsalardı bugün gerçekten 301'den hapisteki üçüncü ayı olacaktı"
"Daha kimler bıçaklandı, kaçırıldı ve daha kaç ölüm… sayısı yok. Elbette acılı yüreklerin de sayısı yok. Ama kimler cesaret bulacak da onun dediği gibi terörün gücü ve gücün terörüne karşı gelecek. Kimler karşı gelecekler"
"Ne demişti eşim hayattayken 'Önce gelin şu lirik yalnızlığımızı paylaşalım başta! Beni gömmeye değil yaşatmaya gelişinizin ilk töreni olacak bu. Bırakın ağlaşmayı… Yoklayın yüreklerinizi… Aranızdan ayrıldığını sandığınız yürek çırpıntılarımı orada duymuyor musunuz?' Bir yıl sonra onu yaşamak için yine buradayız. Burada, yani onun kanını suyla sabunla temizlemeye çalıştıkları kaldırımdayız. Bu kaldırım bu şekilde temizlenebilir mi, unutturulabilir mi, üstü örtülebilir mi kardeşlerim? Bu ancak ve ancak vicdanların oynamasıyla, kanları dökenlerin pişmanlık ve ikrar ve af dilemeleriyle mümkün olabilir. Yoksa Kelamdaki Habil'in kanının susmadığı gibi, dökülen hiçbir kan ve bu kaldırıma dökülen kan susmayacaktır. O kan bir yıldır hiç susmadı kardeşlerim. Çünkü kanın sesi ancak adaletle susar. İşte bugün sizler de adalet için buradasınız. Sessizliğinizde adalet çığlığı duyuluyor."

“Geçen bir yıl içinde adalet adına ne gördük? Katilimizin eline ülkenin bayrağını verip poster çektirenlere ülkemin adaleti ne yaptı? Sadece görüntüleri basına verenlere dava açtı. Stadyumlarda hepimiz Ogün'üz diye bağıranlara, katlinden sonra onu hain ilan eden devlet görevlilerine ne yaptı ülkemin adaleti? Telefonda "tek farklılık kaçmayacaktı ama bu kaçtı" diyen ve kimin öldüreceğini bilen emniyetçilere ne yaptı ülkemin adaleti? Daha katil yakalanmadan silahın markasına kadar bilen jandarmalara ne yaptı ülkemin adaleti? Cinayet planları yapılan ocaklara ne yaptı ülkemin adaleti? Eşime haddini bildirmeye çalışan vali yardımcısı ve sözde yakınlarına ne yaptı ülkemin adaleti?"
Kanının döküldüğü kaldırıma gözyaşlarımız karışırken adalet istiyordu Rakel ve hepimiz adına soruyordu bütün sorularını…
Oradaydık… Vurulduğun, kanın aktığı o kaldırımın üzerinde, Agos’un önünde… Binlerce karanfil vardı, düştüğün o yerde. Binlerce karanfil adalet için kokuyordu. Kardeşlik için barış için! Düştüğün gün orada olanlar bugün yine yanındaydılar…
Ve Ahmed Arif sanki bu an için yazmıştı, o çokça içlenerek okuduğumuz dizelerini. ” Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara.”
Oral Çalışlar seni anlattı, sensizliğe alışmanın mümkün olmadığını söyledi ve senin kurulu düzeni yerinden oynatabilecek, haksızlığa başkaldıran, eşitlik isteyen, hafızaları tazeleyen bir ses olduğunu anımsattı. Anadolu'nun seslerini yeniden tazelemek istediğini söyledi. O kadar doğruydu ki senin için söyledikleri "Suskun bir toplumun konuşan çocuğuydun sen, Ermenilerin Süryanilerin yeniden fark edilmesini sağlayan."
Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Süryani, Laz, Çerkez herkesin temsilcisiydin. bize çok sesli, çok kültürlü bir ülke ideali, farklılıklarıyla zenginlikleriyle bir Türkiye ütopyası bıraktığını anlattı ve sensiz hep bir eksik olacağımızı söyledi…
Hrant Kardeşimiz!
Sensiz bir eksiğiz ve yokluğunun üzerini örtecek hiç bir şey yok, özlemin hep içimizde. Yol arkadaşlarının kaleme aldığı mektubun altına seni seven herkes yürekleriyle imza atıyor.

“Biz bu yıldönümünü her gün yaptık... Kapımızı
kapayıp odamıza çekildiğimizde yüz yüze baktık.
Ne hissettiğini, düşündüğünü, istediğini anlamaya
çalıştık. Kendimizle baş başa iken gerçekte seninle
birlikte olduk.

Gidişinin yıldönümünü deniyor ama seni gitmiş gibi
düşünemedik ki hiç...

Kendimizi canlı, seni cansız sayamadık. Seni
canlı tutabilmek için kendimizi cansızlaştırmak
bile istedik.

Meğerse seni canlı tutmakmış canlı kalmanın
sırrı...

Duvar panosunda basit bir ses olmak bile yetti,
nasıl olsa gözün bizi arar bulur diye. Bir taraftan
da içimiz kıpırdadı, acaba gördü mü, duydu mu,
beğendi mi diye...

‘Beğenme bizde sevgisiz olmaz” demiştin
buradaki halinle. Biz de zaten sevgiyi özlediğimiz
için beğenmeni istedik.

Sen üzerimizde kalıcı bir gölge olurken, aslında
bir gölgeler panosunda sıramızı doldurmakta
olduğumuzu, asıl gerçek olanın sen olduğunu da
fark ettik.

Ve bu bize iyi geldi...

O nedenle belki gidişinin yıldönümünü de tam
olarak kavrayamıyoruz.

Galiba giden bizdik ve artık yanına dönmek
istiyoruz.”
Söz olsun kardeşimiz!
Söz olsun susan bir toplumun çığlığı olan güvercinimiz!
Özlemini eksiltmeden ama özleminin güncesine yılgınlığı düşürmeden, acını içimizde sıcak tutarak ama acıya teslim olmadan, senin için, adalet için kardeşlik ve barış için katillerinin peşini bırakmayacağız!

hiçbir yalnızlık benimki kadar fiyakalı olamaz

Kanımın karıştığı gece de sonun başlangıcının ilk adımıdır

Gitmek dedin, “bir süre her şeyden ve herkesten gitmek istiyorum,
Yanıldığım ve yenildiğim benliğim bir kez daha kazansın!”
Hep yalnız olduğunu ve yalnız yaşadığını sanan sen, gitmek istiyordun ve benliğin bu kez senin yanında beni de mağlup ediyordu…
Sicim gibiydi boynuma taktığın ayrılık kemendi ve boynum kıldan inceydi!
Hüzzam bir şarkı çalıyor, ermeni bir udi kendi dilinde ayrılık tarifleri yapıyor!
Anlamasam da biliyorum sevgilinin gidişini anlatıyor!
Selam ediyor, selam soruyor, yol seyrediyor…
İntiharlar kuruyor, intiharlar bozuyor!
Anlamasam da biliyorum O’nun da yüreği kan ağlıyor!
Bir düşe inanacak kadar ahmak bir masala kanacak kadar çocuğum
Gidiyorsun, bordo bir yalnızlıkla gri, bir intihar vals ediyor düşlerimin avuçlarında!
Gidiyorsun çirkin bir ustura kesiyor masalların boğazını!
Gidiyorsun sözcüklerimi çalıyor birileri!
“kendimi kaybettim hükümsüzdür” ilanlarımı! hiçbir gazete yayınlamaz,
Ve hiçbir yalnızlık benimki kadar fiyakalı olamaz
çünkü hiç kimsenin gidişi seninki kadar siyah değildir!

yoktunuz hiçbiriniz!

Ben kendime ağırım…
Ağırım sözle yazının birbirine karıştığı saatlere…
Varlığım bir yer tutmuyor ki sizde yokluğum canınızı acıtsın!
Bu saatten sonra varlığımı Türk varlığına da armağan edecek değilim!
Bundan bir bok olmaz! diye etiketlediklerinizdenim…
Etiketleyip etiketleyip tükettiklerinizden!
Başka var oluşlar lazım belli ki size...
İçime işlerken incelikli bir ezgi hüznüm zayıflıktı size göre…
Şarkılarda ararken kendimi, siz yalan dünyanızı koydunuz önüme, kendini burada ara diye!
Oysa anlatacağım o kadar çok şey vardı ki…
Kaç kere sordum kendime ve size, “Ömrüm yeter mi anlatmaya! “
Ben ne kadar özenli olsam da sözcüklerimi seçerken siz hep acımasızdınız!
Hep kendimden verdim ve yine verebilirim…
İhtiyacımdan fazlasını hırsızlık olarak gördüğüm hayatımda kendimi bildiklerimle var ettim…
Sığınacak bir saçak altından bile yoksunum şu koca dünya da…
Islak geçecek ömrüm…
Bir ömür yıkanmasam da tertemiz ölebilirim…
Siz tarif edin kendinizi makro sözcüklerinizle, sözcükleriniz ağır da gelse ayakta durabilirim!
Biliyorum! Eşyanın dünyasında hacmimden fazla yer kaplıyorum!
Kanımın aktığı saatlerde yoktunuz hiçbiriniz…
Öldürürken ne kadar acımasız olduğunuzu anlatıp, ne kadar güzel ölebileceğinizi söylediniz!
Ölüp ölüp diriliyordum ben…
ve ben yavaş yavaş ölürken yoktunuz hiçbiriniz!

sözcüklerin bittiği yerde ten konuşur

herkese hak ettiğinden hak ettiği kadar veriyorum...
senin payına uykumdan çaldığım saatler düşüyor...
oturuyorum yazıya, senli düşlerle sığınıyorum bir kez daha sözcüklerin büyüsüne...
Aşkı sevdiğimi söylüyorlar, inkar etmiyorum bunu...
az çok bilirsin beni, en büyük korkumdur anlaşılamamak...
korktuğum başıma geliyor bir kez daha...
aşkı sevdiğimi söylüyorlar...
ama aşkı sevmek her önüne gelene aşık olmak değildir bunu anlamıyorlar...
bir sevişmek güzelleyeceğim sana, kalbimin vurduğu, dilimin döndüğünce...
önce ruhuna dokunacağım, sonra tenine...
ellerimin değdiği yerlere düşlerimi ekeceğim, küçük yangınlar çıkaracağım teninde..
sokaktan askeri araçlar geçecek belki, belki bir kaç köpek havlayacak, aldırmayacağız!
o kadar ki dışında olacağız dünyanın...
dünya senden ve benden ibaret olacak o an sadece...
kendini tekrar etmeyecek hiç bir şey...
gözünde ki ışıltı, bedenini saran sarsıntı...
duyduğum sıcaklığın ve burnumun direğini sızlatan o kadın kokun...
bütün dokunuşlar sonun telaşını taşıyacak...
ve hep ilk dokunuşların tedirginliğinde duracağız...
teninle karşılayacaksın beni , tenimle alacaksın, sıcaklığın başımı döndürecek...
ve hiç bir doyum anımız benzemeyecek bir ötekine...
elbette vardır benimde ruhumda bir ömür taşıyacağım bir kaç yara ...
ve sen lokman hekimin sev dediğisin sevgilim
yaralarımı teninde pansuman edeceğim...
bu kadar güzelim işte...
bir başkasının çirkinliği üzerinden kendime vermedim paye...
kızdığım zamanlar oluyor elbette... kızgınlığımı içime gömüyorum...
telkin ediyorum kendimi, "sonrasında sevişmeyeceksen kavga etmeyeceksin" diye!
yüzünü görmek istedim...
şimdi..
şu saatte...
yüzünü görmek istedim...
hiç konuşmadan...
öylece...
ölçüsünü bulmak zordur bazen sözcüklerin...
hiçbir sözcük yetmez içindeki duyguyu tarif etmeye...
susmak zorunda hissedersin kendini...
işte o andır...
sözcüklerin bittiği yerde ten konuşur....
bu gece tükettim bütün sözcüklerimi...
yüzünü görmek istedim...
şu saatte...
hiç konuşmadan...
öylece...
sana sevgilim demek istiyorum sessizce...
sevgilim!
sözcüklerinin bittiği yerde
dudaklarından döküleni değil, yüreğini dinle!
05/01/08
03:59

her dilde kan rengindedir ayrılık!

gitmek ve gelmek üzerine kurulu olan hayatlarda, gelmeyi bilen gitmesini de bilir kuşkusuz!
gelirken ne kadar incelikli ve içtense, giderken de o kadar incelikli olmak zorundadır...
incitmemelidir!
gitmelidir ve zaten kapıları tutulmamıştır şehrin!
gittiğin yerlerde tam olarak bilmesen de ne olduğunu, bildiğin şeylerde vardır oralara dair...
her adımında baharın o canlı renkleri geride kalır...
bütün renklerin en mat hali seni bekler orada...
gitmek ölgündür, ölmektir!
gitmek öldürmektir biraz!
orada her şey yavaş yavaş yitirir sıcaklığını...
bedeni yeni soğuyan bir maktul gibidir bütün anılar...
dokunuşlar anlam yitirir orada...
ses unutulur…
yazarken kağıt kullanmayı tercih etmediğin yazılar kalır geriye...
ve o yazıları yazdığın yürek başka bir zamanda, başka bir aşka vurmaya başladığında -ne yazık ki onlara- o yazdığın yazılar da yitirecektir anlamını!
seni seviyorum sözcüğünü ilk duyduğunda yaşadığın o sıcaklığı sonrasında gelen seni seviyorum soğutur biraz...
ne kadar değişmesin istesen de, önüne geçemezsin bunun!
ilk ve son kez söylenmişse seni seviyorum her şeyi unutan bellek ne yazık ki silemez bunu bir ömür...
yüzünde ki kederi illüzyonlu aynalar bile saklayamaz!
kimse kaygılanmasın istersin senin için, sorulardan uzak durmak istersin
en çokta neyin var sorusu acıtır canını!
en çok ta bu yüzden yalancı bir yüze ihtiyaç duyarsın...
aldatmak istersin bütün sevdiklerini…
herkesten saklarsın yaranı…
kimse bilmese de sen bilirsin, bildiğin ve bilmediğin bütün dillerde aynı söylenir ayrılık...
çünkü ayrılık sözcüklerden beslenmez...
o büyüttüğün düşlerin damarlarını keser…
ve bu yüzden her dilde kan rengindedir ayrılık!

Gidişini anlatıyor bütün senfoniler!

Biraz eksiğim, ne desem kendime kâr etmiyor!
İstanbul’a kar yağıyor!
Kapanmıyor içimdeki boşluk karla!
Bedellendiğin her şey, aldığım hava, içtiğim su, baktığım nesne bana gidişini soruyor!
Bana gidişini soruyor masamda ki kırmızı!
Oturduğum sandalye…
Merakla yüzüme bakan gözler…
Susuyorum!
Susmazsam eğer çığlığım kanatır her şeyi!
Susmazsam ağzımdan çıkan her şey küfür!
Sevginle biçimlendiriyorum kendimi!
Biçim verdiğim kendim, içimde bir başka beni boğazlıyor…
Kazananı olmayan bir ömrün sahibiyim…
Yenilmek ve yenilenmek bitmeyen bir döngü!
İstanbul’a kar yağıyor caddeler kapanıyor, kapanıyor her şey
Bir tek senin boşluğun kapanmıyor!
Bir zor kapı yüreğimde, ismi unutmak!
Ve sen unutmak isteyeceksin!
Başını yasladığın omuzu kıskanacağım,
Sokaklarını adımlayacaksın şehrimin, keşke yüreğimi çiğneseydin diyeceğim!
Ben sana günümü ben sana gecemi düşlerimle ördüğüm ömrümü, sen bana yokluğunu sen bana kederi ve içimde büyüyen kocaman gözlerini veriyorsun!
Gidiyorsun! şimdi bütün senfoniler gidişini anlatıyor!
Her yerde sen varsın! Her şeyin ucu sana dokunuyor…
Herkes beni güçlü sanıyor oysa bir ben biliyorum gücümün ne kadar olduğunu!
Bir ben biliyorum senli ve sensiz halleri, yendiğim ve yenildiğim her şeyi!
Gözlerinin surlarımda açtığı gediği saklı tutmak için gösterdiğim gayreti!
İstanbul’a kar yağıyor!
Gidişini anlatıyor bütün senfoniler!
Şimdi herkes senin isminle başlıyor söze, gidişini soruyor İstanbul!
Sorana da...
Adına da …
Adını koyana da…
O adla anana da…
Anımsatana da…
…diyorum
…diyorum
…diyorum
İstanbul’a kar yağıyor !
Kardan bir adamım ben harcının kederle karıldığı
Gidiyorsun! Ve ben eriyorum!

Kadir bilir kardeşime

Doğum kuru bir gövdede filizlenen yeşil bir filizdir...
Doğum karanlığın göğsüne saplanan ışık huzmesidir...
Acının sevince dönmesidir, doğum...
zoru başarmanın ardından yüzündeki ferah gülümsemedir...
beş kız çocuğu doğuran annen sen dünyaya merhaba dediğinde ne kadar mutlu olmuştur tahmin etmek hiç zor değil...
zor değil babanın "nihayet bir oğlum oldu" diye akrabalarını haberdar ettiği anı düşünmek...
canım kardeşim benim...
civan yoldaşım, cihan parçam...
dün gibi aklımda seni ilk tanıdığım gün...
kapıyı çaldım senden çok daha bir genç kardeşimiz açmıştı kapıyı, o gün tesadüfi oradaydı...
on beş bilemedin yirmi dakika sonra bütün bir yaşamımı yeni baştan değiştirecek sen gelmiştin...
yeniydim bursa'da... kendine çok güvenen bir adamdım... kendimden emin sözcüklerle yapabileceklerimin sınırını çizdim, büyük bir tevazu ve ilgiyle dinledin beni...
sözü ağzıma tıkacak yeterliliğe sahiptin ama tercih etmedin bunu...
sonrasında daha sık görüşmeye karar verdik ve beraberce indik heykelden altıparmak'a.
görüşmek üzere diyerek vedalaştık ve sonrasında gerçekten de görüştük....
yapacaklarımın sınırları ile küçük dünyamın statükolarıyla çalmıştım kapını...
ve sen yapacaklarımın sınırının bundan ibaret olmadığını olmaması gerektiğini kendi yaşamınla gösterdin bana...
incelikle dağıttın statükolarımı!
sonra aynı eve yerleştik...
birlikte yaşamak zordu bizim için...
düşündükçe hala gerildiğim o tertip duygun aslında senin iç disiplinin dışarı yansayan fotoğrafı...
yaşamında herşey yerli yerinde... yaşamında bütün dengeler ve değerler oturmuş durumda...
bir ömür boyunca imreneceğim bu özelliğine! (ama hayatımın bu hali ile mutlu olduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim :)) )
zor günler kapıya dayandığında biz hayatı aynı yerden tarif ettik seninle!
zor günler geldiğinde aynı göğe bakıyorduk hala ve yıldızlar bizden medet umuyordu...
sanki biz nefesimizi eksiltsek, sanki biz tebessümümüzü yitirsek, sanki biz vazgeçsek herşeyden dökülecek gibiydi bütün yıldızlar...
devrimcilik ustanın tarifi ile ölü yıldızlara hayatı taşımaktı ve biz seninle erişilmez yıldızlara katıp umudu ölü yıldızlara hayatı taşıyorduk...
ne güzel söylemiş vedat türkali...
devrimci bir ömür devrimci olarak kalmayı becerebiliyorsa devrimcidir! ölürken devrimci değilsen aslında sen hiç devrimci olmamışsındır!
sanırım biz ölürkende aynı hûma ile öleceğiz...
güzelleyelim diye yeryüzünü kendimizden vereceğiz ve verecek bişeylerimizin kalmadığını hissettiğimizde yanıbaşmda olan sen yanıbaşında olan ben yeniyi üretmek için teşvik edeceğiz birbirimizi!
cuma!
bir istanbul ağrısı vardı omuzlarımda!
melanet hırkası bu memleket, kendi ellerimle giydiğimiz!
şimdi soğumaya bir adım daha yakın istanbul... şimdi sen buradan daha rezil bir şehrin kapısını çalıyorsun!
25 yaşını yeni aldığın bu günlerde bir gitmek ağrısı bırakıyorsun yüreğime... ve ne yazık bana ki sana gitme diyemiyorum...
gitmek ne kadar gerekli bunu anlayabilecek olgunluğa sahip olmak acıtıyor canımı!
"ne bileyim belki erzincana filan bahar gelmiştir " ve sen erzincan yaşınla ankaranın kapısını çalıyorsun... adı kara olan o şehirdeki günlerin yüreğin ve aklın kadar aydınlık olsun isterim!
adı kadar karanlık olan o kenti düşlerinle aydınlığa kavuştur isterim!
cuma!
çenem düştü mü bilirsin beni!
çoktur anlatacağım ama dağınık olur bütün sözcüklerim...!
hep yakınırsın ya bundan ama bu kez hoş gör isterim dağınıklığını sözcüklerimin...
seninle bir düşe ortak olmak ve omuzumda omzunun sıcaklığını duymak ne büyük bir onurdur benim için bilsen!
anlatmayı becerebilmeyi çok isterdim bunu!
dar günümde elimden tutanım
beni karanlıklardan aydınlıklara çıkaranım!
içtenim, içtenliğiyle aydınlık yarınlarımızı kendisiyle güzelleyenim!
hep ol hayatımda...
hep ol hayatımda ve ömrün bütün bir yaşamı bir güne sığdıran kelebeklerin telaşı ile geçsin ve su gibi uzun olsun...
soluğun eksik olmasın diye bu yaşlı dünyamızdan bîçare ömrümden geçebilirim!
seni çok seviyorum güzel kardeşim!
Doğum günün kutlu olsun!

sürüden ayrılan idealist kuzusun sen!

Nasıl anlatabilirim ki şimdi beklemeyi...
Sözcüklerin en güzelini sitemlerin en inceliklisini kullanmış bütün şairler...
Umut etmek, düş kurmak, susmak, susamak, kanmak ya da kanmayı isteyip de kanamamak...
Beklemeye dair ne varsa yani...
Ne kadar can acıttığını bunca yazılanın üzerine bu fukara kelime dağarcığımla ben nasıl tarif edeyim!
Kılı kırk yarar özlemin keskin bıçağı, sıcacık bir merhaba’ya katacağın anlamları bile düşünürsün...
Zeval gelmesin diye hiçbir sözcüğüne kırk düşünür bir konuşursun ve O’ nu beklerken seçersin sözcüklerini!
Koynunda kış güneşi, saçlarında şehrin kokusu çıka gelir.
Yeryüzünün en büyük ihaneti ile karşı karşıya kalırsın...
Sözcüklerindir seni aldatan, o çok güvendiğin sözcüklerin terk eder seni..
Evet sözcüklerin birden bire terk etmiştir seni ve sözcüklerin bile terk ediyorsa seni sahipsizsindir artık.
Önemsersin kendini doğru sözcüklerle ifade edebilmeyi ama kimseye anlatamazsın derdini, anlatsan da anlamayacaklarını bilirsin...
Heyhat!
Bu kadarcıksın işte...
O iri cüssenin altında kırılgan ve saydam bir ruhun var, ne kadar saklamaya çalışsan da herkesin görebildiği...
Sen acıya meyillisin ve bu hayatta, acı, en çok sana dokunmayı seviyor...
Kederden bir cigara sar şimdi, içini özlemekle doldur...
Acınla yak o nu, yüreğinde soğut!
ve ayıplanmaktan korkmadan tek başına iç mahşerden kalabalık o yerde...
Sen acemi bir çocuksun...
Sevişmek senden başka herkesin bildiği bir büyük oyun...
aşk ile ıslah edip içindeki hayvanı sevmek ile harman et yüreğini, ve orgazmın kaosundan uzak dur!
Özle ama özlediğini senden başkası bilmesin!
Sev ama sevdiğini senden başkası bilmesin!
Oyunun kuralları böyle! Ne kadar ilgisizsen o kadar değerlisin!
Uzaklardan geldin bildiğin ne varsa oralarda kaldı, bilmediklerinden utanma çocuk!
sen utandıkça kapanmaz bir yaraya bedelleniyor onun kocaman gözleri! metafizik bir ağrıyla ruhun kanıyor
sürüden ayrılan idealist kuzusun sen!
kurt dolansada ardında iştahla, cesaretini aşkla kutsa!
ve aldırma!
Çünkü heyben boş ve kaybedecek hiç bir şeyin yok düşlerinden başka...

failim devlet değil aşk oluyor!

şarap düşürdüğünde gözlerini
hüzne koşar yüreğin...
yüzünün gülmediği saatlerde ben yeniğim sevgilim...
sımsıkı sarıl bana
soluğum durana kadar yanımda dur
geçtim bütün bilidik imgelerden
öykündüğüm kimse yok artık...
kendimim işte, bildiğin ya da bilmediğin
ben!
sana sözcükler arıyorum
sana günler sana geceler
bahçelerde güller
pencere önünde menekşe...
gitmek istediğin günler...
biçareyim kadın...
soluğumda kuşlar ölüyor...
yüzünün gülmediği saatlerde bu şehri siyaha boyuyorlar...
sokaklarında vuruyorlar beni,
failim devlet değil aşk oluyor!
anlattığım anlatacağım o kadar çok ki
ömrüm yetmiyor...

tanımadığım tenin sebistanım oluyor

akasya'ma
alnında ki bene
bende ki bedene kuşlar konuyor
sarı sana yakışıyor sevgilim
ne söylesem eksik kalıyor
bir sevmek tarif ettim
kimse anlamıyor
aşk ile sancıyor döşüm
sol yanımda sergerdan bir telaşe
bütün sokaklar yine sana çıkıyor
uzağın rengindeyim, sen beni yakın kıl
sesimde bul kendini, dalında bir gül kanıyor
esriğinim sevgilim,
bir-sen varsın içimde dağlardan daha görkemli
seni sana söylediğimde kanım çekiliyor
ince sazlarla söylenen bir türkü bu vakitte sevişmek
tanımadığım tenin sebistanım oluyor

güle sordum seni

incelikli bir sitemle o' na
güle sordum seni.. koynumda uyuttum dedi...
gözlerini gözlerimde buldum sonra...
susadığım saatlerde şaraptın sen...
derdinle seslendin ama derdini söylemedin...
geceye şarkılar yazmışlar, geceye şiirler...
geçmiş kederin gözlerinden içmiş ağusundan sevinin...
şehveti sarıp ince belinden öpmüş çatlamış dudaklarından...
kuru bir mevsim artık özlemek
kasıklarında su damlaları, sevgilim sen seviş benimle ...
güle sordum seni,
dudağının kıyısında ince bir keder
beni koynunda uyuttu dedi...

gözün gözüme değince gecem şiirlenir

sözün suskuya yenildiği zamandır...
gözün gözüme değer,
hiçbir sözcük yetmez tarife
yürek bir deli yangındır
yangının avuçlarında volta vurur gözlerin...
mahçup bir telaşe dolanır eteklerine
yeni yürüyen bir bebek kadar tedirgindir adımların
içindeki bütün sokaklar aynı bulvarda kesişir...
gözlerini görmezsem mağlup bir şehir gibiyimdir
gözün gözüme değince gecem şiirlenir..

iyi gelmiyor bana artık hiçbirşey!

bir doğum lekesiyim yalnızlığın koltukaltlarında...
yeniden kendimi anlattığım saatlerde
ben bile sıkıldım kendimden...
bir kez daha tanrısal olmalı, kendimden bir başka kendim yaratmalıyım...
yedi kez su verilmişim, işlenmişim acının sularında...
aşka inanmayan, onun o güzell hallerine kanmayan bir ben yaratmalıyım...
öyle ki kimse lazım değil bana...
herkese acıdığım bu hayatta, hayat acıtmasın bir kez daha canımı...
dokunmak sizin olsun, sizin olsun seyretmek...
üremek bir hayvani dürtü, içimdeki hayvanı vuracağım başından...
istemiyorum hazzı, sevişmek sizin olsun...
sizin olsun sözcükleriniz, iyi gelmiyor bana artık hiçbirşey...
kokuşmuş bir duygudur intihar, ben kendime yabancıyım...
biraz bordo istiyorum bu akşam biraz gri sözcükler...
sen kendine sürgünsün ben kendime küs...

Oysa Ben Hep Aşka Yazıyormuşum

O ki itibarı özünde saklı olandır,
İtibarı iki paralık şimdi…
Seni ağızlara sakız edenler utansın,
Sen yine eğilme yüreğim…
Göçüğün altında kalsa da bahar
Güvercinleri sula avuçlarınla…
Kimsenin göremediği papatyalar büyüt…

O ki çaldığı kapıyı kendi getirdi yanında
Sen altında ezilirken gözlerinin
Yüzünde umursamaz bir ifade
Acını övünç etti kendine,
Hazzı üleşti kasığında
Teninde dudaklarının ağusu
Damıttı yalnızlığını gecene…

O ki bir yabancı şimdi,
Başka rüzgârların önünde
Garanti aşklar peşinde belki
Belki dediğin gibi kendine âşık
Sen yenilirken kendine her gece
O Zagoroslar’da bir gerilla
Orada hep gerilla kazanır…

Mağlubum ama yorulmadım kendime yenilmekten
Ben ona yazdım sanıyordum şiirlerimi
Oysa hep aşka yazıyormuşum!

Şiirin Nazı

istanbul gibi değil
sakarya'nın akşamları
hüzün kokmuyor havaları,
hasret sarmıyor yüreği....
yürek kaleme,
kalem kağıda dökmüyor kendini...
kimbilir şiir küstü belki
belki de biraz naza çekiyor kendini...

Yaralı Şiir

yaradır...
ne zaman gökyüzüne baksam
aksaray üzerinde bir yalnızlık beni çağırır...!

MArtılı Şiir

martılara şiir atıyorum
yanımda ki diyor ki
kirletme denizi...

Mesafeli Şiir

senin kedilerin var
benden daha sırnaşık
benim yalnızlığım var
senden daha mesafeli

gelebilirim

sana yazıyorum...
sarhoşum, özensizim...
bu nedenle dağınık bütün cümlelerim...
şirazem yoktur, biraz dengesizim bu yüzden ..
bugün sevindirdiğimi yarın üzebilirim...
gergefte gerili duruyor düşlerim...
senin renginle işleyebilirim...
kaç semt var aramızda kaç bina
seslensen şimdi gelebilirim...

bir şiire kanar gibi bekledim

"İnciyi inci yapan erdem, onun yıllar boyu sedef zindanlarda bekleyişinde saklıdır"
bekledim, yine beklerim...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
bekledim tufandan korkan ve Nuh peygambere inanan hayvanlar gibi...
en çok akşamın geceye, gecenin güneşe öldüğü saatlerde bekledim...
biraz Karadeniz senin gözlerin...
kıyılarına oturan bir gemiyim,
göğsümde kocaman bir yara, yaramı herkesten saklayıp bekledim...
ekmek yedim, su içtim, seviştim, ama bekledim..
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
yokluğun beni döverken abandone bir boksördüm, ah etmeden bekledim...
güzel değildi sessizliğin, ses vermesen de sesime bekledim...
bekledim, kırılan bir keman kadar dertliydim...
bekledim, tenin kokusunu bilmeden, soluğunu bölüşmeden...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
Beyrut’ta iç savaştım çok kanadım, kanatıldım....
taşla karnı doymasa da, ülkesini taşla savunan küçük bir generaldim Filistin’de...
ve Kürt’tüm Türkiye' de yok sayanlara inat kendi dilimde söyledim türkülerimi...
ben hem çok uzun hem de çok güzel beklerim...
bekledim uzaktan gülümseyen bir dost gibi
bir düşe inanır ,bir şiire kanar gibi bekledim
mağlup sayıldı devrim, vazgeçmedim beklemekten...
sevgilim seni bir devrimi bekler gibi bekledim...

Senin duvarların var sevgilim

Babamdan ve tanrıdan daha iyi davranmalıydın bana…
daha anlayışlı olmalıydın devletten ve bütün otoritelerden
sormanın ve cevabı aramanın suç olduğu bu yüzyılda
sınırlar koymamalıydın sözcüklerime,
aramıza ördüğün bir duvar senin sessizliğin,
ne zaman bir duvar yıkılsa o duvarın altında kalır benim düşlerim…
önce babam kendini inkar eder,
sonra evimizden kesilir sevdiğim ayaklar…
beklemek bir tünektir çocukluğumda,
beklediklerim “…yıkmaya teşebbüsten” hükümlü…
ne zaman bir duvar yıkılsa,
babam kahveye çıkmaz oluyor
bir adanın beyaz sakallarına küfrediyorlar uluorta,
küfrediyorlar emeğe, barışa ve aşka…
babamın gücü bir tek bize yetiyor…
ben bu yüzden unutmadım berlini… unutamadım…
senin duvarların var sevgilim,
çocukluğumun altında kaldığı berlin’de ki o duvara benziyor
şimdilerde ne zaman seni düşünsem,
duvarlara yaslanmaktan aşınmış omuzlarım ağrıyor…

Gökyüzünü Şiirleyelim

diferansiyelime
O ki derdest edilmişti kederin kendini astığı saatlerde
Zaman toplu bir suikast tabancası ve aşksız her şey yavan
Ah ozan! Sen bilirsin aşkın en güzel hallerini
Ne desem şimdi mağlubuz ve onlar hep bir sıfır önde...
ağzımızda nikotinin çirkin tadı, şimdi hangi kadın öper bizi...
oysa sarı dişlerimizin arkasında güldendi sözcüklerimiz…
bir kez daha dağların eteklerine kurmuşlar tüfekleri,
biz barışı söyleyemiyoruz diye,
büyümüyor çiçekler çeliğin soğuğunda
kar'a çıplak ayakla yakalanan çocuklar kadar mahcubum
ve yalnızım ormandan sökülmüş bir ağaç kadar...
bunaldım çocuk, sol yanımda incelikli bir keder...
ölmesin istiyorum kimse, ölmesin kimseler
susmaktan yoruldum, yoruldum “bu sefer bitirdik” yalanlarından…
ölümü ve ölüyü sevenlerin kavminden değilim…
barış için şuracıkta ölebilirim…
ah ozan! sen yazabilirsin en güzel kardeşlik şiirlerini
öğrenmeye aç bir cahilim, bana da öğret bildiklerini
başka şairlere öykünmeden gökyüzünü şiirleyelim...

deva bulamadığın o gamzeye gömün beni

ölürsem annem ağlar...
hakkaniyetliyim haksızlık edemem kimseye
sevdiklerim ağlar, hem de yalansız ağlar...
üzerin de morlar, allar, ben ölürsem dağlar ağlar...
küçük bildiğim, küçüklüğüne kandığım sen ağlarsın...
geçiyorum gecenin çağla rengi gözlerinden,
gül kokulu şafağında diş izlerim, ben ölürsem güneş ağlar...
kibire kandım bugün, egomu sevdim, kendimle seviştim...
çay içtim ve şekersiz kahve...
sanrılarımı kanırtıp kanı yaptım onlardan...
kendi kanıma aldandım....
gelirsin diye bekledim,
beklediğimen başka bir beklemek düşledim...
sigarasız kaldım, arandım bir müddet...
arandım kaçak bir komünist gibi...
kendimden saklandım, kendime hiçbir şey saklamadım...
ve oturup hiç utanmadan kendi ölümüme ağladım...
ben ölürsem annem ağlar...
soğur bedenim,
esmer yüzüm sarıya çalar...
insanın dostu olacak sevgilim,
uzak şehirlerde olsa da aynı şeyleri düşlediği
ve uğruna herşeyden geçebildiği....
yakup'un sözü var, elleriyle kefenleyecek beni....
bülent başucumda konuşacak...
bencilim başka bir ölüme tanıklık etmek istemeyecek kadar...
ben ölürsem güzel olsun diye el verdiğim yarın ağlar...
bu yüzden ölmeyeceğim sevgilim...
olur da tutamazsam sözümü deva bulamadığın o gamzeye gömün beni...

arttırdıklarımızdan arta kalana razıyım

unuttuk mu günlerin tortusunda soluk aldığımızı,
aşkiya karanlığa gün veriyor...
kendini tekrar eden bir şiir işçisiyim
içimde ki aşkiya sana gül veriyor...
hoyratım bir dağın yamacı kadar,
yamaca saklanmış bir kaçak kadar tedirginim...
terinde su, teninde ekmek
kim demiş aşk karın doyurmuyor...
kuşattığın bir kale kalbim,
biraz daha zorlarsan düşecek...
farkında değilsin, kanaması ağır bir yaralı kalbim
çok ünite, rh+ sen lazımsın
hazırım usanmadan vermeye
arttırdıklarımızdan arta kalana razıyım...
yeterki sen
.....

Ah Tanura

boynunda ki diş izinden önce olmasada, elbette bu acıda geçecek, sense geçmesin isteyeceksin bu ağrı...

acıyor... ben ne dersem diyeyim,kim ne derse desin acıyacak...
geçecek..
aşk bu...
kalsın seninle bir ömür...
kar kapıya dayandı,
karşı pencerelerdeki çiçekleri aramasın gözlerin...
zemheri de çiçek sensin...
ah tanura!
kız kardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler...
ten kokusu yenilsede şehrin kükürt kokusuna,
kan değil dudağının kıyısında ki,
aşk elinden içtiğin kızılcık şerbeti...
kökü derindedir gülüşünün ,fırtınaya eğme başını...
acıyor... ben ne dersem diyeyim, kim ne derse desin acıyacak...
inandığın ve güvendiğin duyguların derde gark olacak...
karanlık bir dehlizdesin,ışığı sen bulacaksın...
aklın oyunlar oynayacak sana,
herkeslerden sakındığın, sakladığın seni sen yargılayacaksın
aşk yanılsama diyeceksin, bütün dünyanın kandığı kocaman bir yalan...
ve ben yalanın ardı sıra giden bir kandım çiçeği...
ah tanura
yenildik...
yenilmekten korkmayan biz, acıya (mı) meyilliyiz?
ve giden kadar zalim olabilmeyi asla öğrenmeyeceğiz
(iyi ki öğrenmeyeceğiz)
şimdi yaslan bir akasyanın gövdesine
uyumayan bir şehirde al soluğunu,
senin için tasalananlara el uzat
olur belki şimalden gelen yağmur apansız apar bizi ...
az da olsa bizde günahkarız ,arınırız!
ah tanura!
kızkardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler
acıyor... kim ne derse desin acıyacak...
ve o acının kasıklarında başka bir sevişmek çiçeklenecek!

êdî bes e

her gece bir aşkı yatırıp o kirli sunağa
kör bir testereyle boğazını kesiyorlar...

ben uçurumlar büyütüyorum artık koynumda
kimi alsam koynuma paramparça
su verdiğim bütün çiçekler soluyor, korkuyorum...
oysa edebiyatla düzelttim aramı...
şimdilerde şiir bile yazıyorum...
gücenmesin matematik,hala sevmiyorum rakamları...
ama korkmuyorum artık cetvelle kafama vuran öğretmenlerden...
çok oldu resmi ideoloji ile yollarımı ayrıştıralı...
tokalarımı çaldırdığımdan beri saçları dağınık bütün bildiklerimin...
bilmek bir halkı güzellemektir, barışı söylemektir yüksek sesle....
bense rüyadan kabusa sürgünüm,
sırtında şövenizimin kamburu, bir halk yanlış omuzlara yaslıyor başını...
gönül koyduğum kentler bıçaklanıyor,
göğü kanıyor sevinin...
bir kaç milyon yıldır şiir kanıyor...
kürdün doğurduğu bir türkmensin diyorlar...
annem biçim verdi bana rahminde,gel gör ki dölün sahibine veriliyor paye...
incinmesin babam, kıskanmasın aşık olduğum kadınlar,
annemi herkesten daha çok seviyorum...
genç bir yoldaşımdan öğrendim bugün, annemin dilinde artık yeter demeyi
tokalarımı çaldırdığımdan beri saçları dağınık bütün bildiklerimin...
bilmek bir halkı güzellemektir, barışı söylemektir yüksek sesle...
bu kez annemin annemin diliyle söylüyorum... êdî bes e

aşkın sarhoş hali...

bir aşka birde rakıya bahane lazım değildir!
oysa sen seversin bahaneleri, gözlerini sevdiğim kadar...
aşkın sarhoş hallerindeyim,
söz bir aşk bir sevgilim!
söz bir sevişmek bir!
sen anasondan daha keskin, rakıdan daha güzelsin...
sarhoşum, başımı döndürüyorsun...
yıldızları saymak istiyorum, kuşların kanatlarına ismini yazmak...
adını öyle güzel andım ki, kıskandı bütün çiçekler...
adını adımın yanına koydum, yeryüzü ateşe kesti...
işvene kapılan dünyayı seyre daldım
sarhoşum seni tanıyan herkes kadar
sen anasondan daha keskin rakıdan daha güzelsin...

sirozdan ölecek kadar zengin değilim!

sonra yasak...
sonra kuşatılmışım,
yağmalanmış bedenim...
elimde kalan şu kadarcık yüreğim
sen korkma, sen hiç birşeyden korkma
sirozdan ölecek kadar zengin değilim...
al al olmuş yanakların,
al al olmuş akşamım,
dinginim en az bir göl kadar...
biryerinde çıplaklığım saklı,
bir yerinde kemani bir keder...
gecenin önünde incir yaprağı,
yaprağın ardında sen varsın....
buhranın koynundan çıktım
kapına kurdum masanı
manzaram ellerin,
ellerini seyre daldım
hoşgeldin anason kokan akşamlarıma!
sen korkma sen hiçbirşeyden korkma
sirozdan ölecek kadar zengin değilim!
bana sınırlar koyma kadın,
bu akşam seni aşk kokan ağzından öpmeliyim!

Sayıklıyorum

kaybedilmiş hiç bir devrim yok
az aşk, az rakı var!

şiirler hüznün sömürgesi

içindeki hayvanı suya indiren kadın
sana da mı yabancı bütün sözcükler
şiirlere sığınsam, türkülerde ısınsam
yağmurun apansız yağdığı bu şehirde
neden sahip çıkmaz kimse geceye

o duvarları oraya kim koymuş
yalnzılığımızı böyle kanırtan kim
günlerin adı yok, özlemek bir uzak iklim,
biz ki razıydık orada kalmaya
fakında olmayanların ve farkındalıklarımızın arasında...
biz ki ömrümüzüden soluk kattık inandığımız herşeye
şimdi sümbüllere belenmiş bir yalnızlık kaldı elimizde
şimdi sığındığımız bütün şiirler hüznün sömürgesi
ve aşkın siyah metali soğuyor ellerimizde...

içindeki hayvanı suya indiren kadın
değişsin istiyorum birşeyler
inkar edilen ütopyalara el veriyorum
yüzün gecemi aydınlatıyor

ismini istedikçe değiştirebilirim

kumdan bir tanrısın sen, kendi ellerimle biçimlendirdiğim...
kudretin benim izin verdiğim yere kadar,
bağışlayıcılığının sınırlarını ben çizdim...
doksandokuz ismin de yok senin sevgilim,
senin ismini istedikçe değiştirebilirim...
annemin yıkadığı çocukluğuğum kadar temiz,
aşka sırt çevirebilecek kadar zalimsin...
sayıklamalarımla dağıttığım sessizliğin yerine koyamam sesini...
geçtiğim bütün sokakları işaretliyorum
yanyana yürüdüğümüz bu sokaklarda
vuruşacağımız günlerde gelecek...
içimde bütün işçiler grevde sevgilim...
nasır tutmuş sınıf bilincim,gecekondular barikat kurmuş,
ucu yanık bildiriler dağıtıyor komsomollar...
suya bırakıyoruz ezberimizi, artık kendimizi tekrar etmeyeceğiz...
yenildiğimiz devrimleri unutup, en baştan başladık herşeye...
ve ben artık sensizde dövüşebilirim....

beni yolculuk tutuyor...

yeni kentler bilmek istemiyorum artık...
kan rengi bütün otabanlar; beni yolculuk tutuyor...
ağzım sigara kokuyor diye öpmeyeceksen beni
o kocaman gözlerinle bakma öyle,
kirpiklerini vurma birbirine...
bir oda dolusu mağlubiyet birikti, yenilmekten yorulmadım!
oturduğun sandalye değilim, ya da patlamış bir soba borusu...
ateş yürekli bir çocuktum kavmimin buza kestiği günlerde
ve kavm-i kabil'in laneti aşk değil zamansız bir ölümdü...
hipodromlara sürdüler ömrümü, oysa dağlarda ölmek isterdim...
derdest şimdi bütün türkülerim, bütün şiirlerimin dudaklarından kan sızıyor
gelmiyor içimden tenine dokunmak ve aşk bana çok uzak bu gece...
düzenli bir yaşamı salık veren sesin senin olsun,
kaosun rengini seviyorum sevgilim...
senin olsun bildiğin bütün şehirler beni yolculuk tutuyor,
hiç büyümedim, bıyıklarım yanıltmasın seni....
devrime beş kala büyüdüğümde
koklamak istemiyorum çantamdaki soğanı ...